George Kumullis/POLİTİS
(Çok değerli arkadaşımız, Kıbrıslırum araştırmacı yazar George Kumullis makalesinde, “Kıbrıs parlamentosunun 1967 tarihli ENOSİS kararının trajik sonuçları”nı ele aldı… POLİTİS gazetesinde geçtiğimiz Cumartesi günü (28.6.2025) Rumca olarak yayımlanan makalesini, isteğimiz üzerine bizzat kendisi Rumca’dan İngilizce’ye çevirdi. Biz de bu değerli yazıyı okurlarımız için Türkçeleştirdik. Kendisine yürekten teşekkür ediyoruz… S.U.)
Bundan tam 58 yıl önce (26 Haziran 1967’de) Kıbrıs Parlamentosu, oybirliğiyle ENOSİS lehine bir kararı oybirliğiyle kabul etmişti. Bu metin üzerinde yorum yapmadan önce, karar metnini dikkatli biçimde okumak ilginç olur. Metin şöyle diyordu: “Temsilciler Meclisi, Kıbrıs’taki Elenizmin asırlardır süregelen özlemlerini yorumlayarak hızlı bir ulusal restorasyon için geri alınamaz kararını ilan ederek, şunu beyan eder:
- Herhangi bir ihtilaflı duruma rağmen, tüm Panhelenik mücadelenin oybirliğiyle desteğini alarak, bu mücadele Kıbrıs'ın bir bütün olarak Anavatan ile hiçbir ara aşama olmaksızın birleştirilmesi yoluyla başarıya ulaşana kadar mevcut mücadelesini askıya almayacaktır.
- Kıbrıs halkı ile Anavatan arasındaki manevi birlik ikliminin geliştirilmesine ve Ulusal Mücadelemizin başarısı için vazgeçilmez bir koşul olan Yunanistan ile Kıbrıs arasındaki yakın işbirliğine, elindeki tüm imkânlarla katkıda bulunacaktır”.
TAKSİM İLERİ GÖTÜRÜLECEKTİ…
Elbette bu karar, Yunanistan’daki Cunta’nın esinlendirmiş olduğu bir karardı ve tabii ki ENOSİS değil, taksimi ileri götürecekti. Böylesine kendini yok edici bir “bumerang”ı siyasetten bihaber olanların bile icat etmesi mümkün olamazdı. Ancak bu kararın getirdiği çok sayıda trajik sonucu inceleyelim biz…
MİLLETVEKİLLERİ, KENDİ YEMİNLERİNİ ÇİĞNEDİ…
Öncelikle, Milletvekilleri “Kendi ülkemin Anayasası’na ve yasalarına uyacağım” diye etmiş oldukları yemini çiğnemişlerdi. Dolayısıyla tam birer “yalancı şahit” örneği sergiliyorlardı… Milletvekillerinden beklenen şey, Anayasa’yı korumaktı, onu sabote etmek değil… “Anavatan Yunanistan’la birleşme” denen siyasi sis perdesi, antik bir Yunan deyişini akla getiriyor: “Evde aslan, dışarıda gulicik kesilmek…” (yüzeyde etkileyici ya da önemli görünen ancak yeterli muhakeme ya da cesarete sarmayan insanlar için söylenir bu deyiş). Bu Meclis kararı kaçınışmaz biçimde Kıbrıslırumlar’ın, özellikle de genç insanların mentalitesinde önemli değişiklikler yaratacaktı. Anayasa’ya ve yasalara karşı çıkmak “cesurluk” olarak addedilecek ve nihayetinde pek çoğu da EOKA B’ye katılarak silahlarını Kıbrıs Cumhuriyeti’ne doğrultmakta tereddüt etmeyeceklerdi…
GÜVENİLİRLİĞİMİZ AĞIR YARA ALDI…
İkincisi güvenilirliğimiz ağır biçimde zarar görecekti. Bu olaydan sonra pek çok Kıbrılsıtürk, bizleri güvenilmez olarak görecek ve Kıbrıs sorununun çözümünde bir anlaşmaya varacak olsak dahi bize güvenilip güvenilmeyeceği hakkında kuşkularını ifade edeceklerdi. Haklı olarak bu çözümün maddelerine saygı gösterip göstermeyeceğimizi sorgulayacaklar veya bunu tekrardan berhava etmeye mi girişeceğimizi düşüneceklerdi. Bunu ifade etmek, Kıbrıslıtürkler’in de güvenilirlik bakımından mükemmel bir nota sahip olduklarını ima etmek anlamına gelmiyor. Tam tersine. Belki de bu nedenle BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, güven yaratıcı önlemlere büyük önem atfetmektedir.
KARAR, CUNTA TARAFINDAN KULLANILDI…
Üçüncüsü bu karar, Kıbrıs toplumunun her tarafına dokungaçlarını uzatmak için cunta tarafından kullanılmıştır. 21 Nisan 1967’de Yunanistan’da darbe meydana geldiğinde, bunu destekleyenler yalnızca Grivas’ın altındaki aşırı sağcılar olmuştu. Tüm medya cuntaya karşıydı, en azından ilk aylarda böyleydi. Cunta bu kararı memnuniyetle karşılamakla kalmadı, aynı zamanda kendilerinin “ulusal bir hükümet” olduğu ve hedeflerinin de ENOSİS olduğu yönünde Kıbrıslılar’ı kendi propagandasına inandırmak maksadıyla kullanacaktı. Cunta yavaş yavaş sağın ve merkezin “kalplerini kazandı”. Bu başarı elbette düşünce kuruluşlarını, kurumları, politikacıları, büyükelçileri, makale yazarlarını ve gazetecileri satın alabilmek için Cunta’nın elinde yüksek miktarlarda para bulunmasıyla da elde edilecekti. ENOSİS’in gerçekleşebilir olup olmadığı yönünde kuşkuları bulunanlar, “Yunan karşıtı” olarak gösterilecekti. Cunta’nın “yurtsever hedefleri”nden kuşku duyan herhangi bir gazete de milliyetçilik karşıtı gazeteler olarak gösterilecekti. Diktatörlüğün Yunanistan üzerindeki hakimiyeti (1967-1974) Kıbrıs Parlamentosu’nun yardımlarıyla, Kıbrıs’ta da yayılacaktı…
KIBRISLITÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİ BESLEDİ…
Dördüncüsü ve belki de en ciddi olanı ise bu kararın Kıbrıslıtürk milliyetçiliğini beslemesi olacaktı. Şunu hatırlatmakta yarar vardır: Bu kararın geçmesinden bir gün sonra Lefkoşa’da Sarayönü Meydanı’nda “Ya Taksim, Ya Ölüm” pankartı asılacaktı. Bu karar, Köfünye olaylarıyla birleşerek Kıbrıslıtürkler'in Aralı’ 1967’de “Geçici Kıbrıslıtürk Yönetimi”ni ilan etmelerine neden olacaktı, Fazıl Küçük Cumhurbaşkanı, Rauf Denktaş da Cumhurbaşkan Yardımcısı olacaktı bu yönetimde. Küçük’ün de belirttiği gibi “1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın tüm maddeleri uygulanıncaya kadar, Türk bölgelerinde yaşayan tüm Türkler, Geçici Kıbrıslıtürk Yönetimi’ne tabi olacaklardı…”
O dönemin Kıbrıslırum liderliği bununla alay etse de, hiç kuşkusuz bu gelişme, taksime doğru büyük bir adımdı.
YEŞİL IŞIK YAKILDI…
Dolayısıyla son tahlilde Milletvekilleri, taksimi güçlü biçimde desteklemişlerdir. “Demagog” denilebilecek o günlerdeki Milletvekillerimiz bize ENOSİS’in ne zaman ve nasıl gerçekleştirileceğini açıklamamışlardır: Yunanistan’daki Cunta’nın Türkiye’yle savaşması sonucu mu olacaktı bu? Oysa Cunta, Türkiye’yle cepheleşmeye niyetli değildi, böyle bir askeri gücü de yoktu… Yoksa diplomasi yoluyla mı olacaktı bu? Türkiye Kıbrıs’taki tüm çıkarlarından ve bağlarından sonsuza dek vazgeçmeye diplomasi aracılığıyla ikna edilecek ve böylece “müttefik” Yunanistan’la ENOSİS pürüzsüz ve barışçıl biçimde gerçekleştirilecek miydi?
Özetlersek bu karar, Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin, Kıbrıslırum milliyetçiliğiyle tokuşmasına yol açtı, hatta milliyetçiliği azaltabilecek Sol ideolojiyi bile nötralize etti ve bunun sonucunda yurdumuzun yarısını kaybettik ve diğer yarısı da tehdit altındadır. Türkiye’ye Kıbrıs’ın kuzeyini alıp talan etmesi için yeşil ışığı biz yaktık.
(POLİTİS gazetesinde 28.6.2025’te Rumca olarak yayımlanmış olan George Kumullis’in makalesini kendinin çevirmiş olduğu İngilizcesi’nden Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
George Gavriel'in bir tablosu...
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR YAZILAR…
“Unutmanın estetiği, hatırlamanın siyaseti üzerine eleştirel bir yaklaşım…”
FEYYAZ KERİMO/BİANET
Cihan Ülsen'in "Unutmak, Hatırlamak, Anlatmak" başlıklı üçlü yazı dizisi, özellikle günümüz Türkiye'sinde geçmişle yüzleşmenin kişisel ve toplumsal düzeyde nasıl mümkün olabileceğine dair samimi ve yapıcı bir çaba içermektedir. Bu yönüyle yazarın çalışması değerli ve katkı sunucudur. Ancak söz konusu metinler, daha derin yapısal bağlamlara yer vererek güçlendirilebilir. Aşağıdaki değerlendirme, bu yazılara eleştirel bir bakış sunmayı, ancak bunu yaparken yazarın katkısına olan saygıyı da korumayı amaçlamaktadır… Ancak bu metinler, belleğin tarihsel ve yapısal koşullarına, iktidar ilişkileri içindeki belirlenimine ve özellikle egemen sınıfların kurduğu hafıza rejimlerine dair daha derinlikli bir çözümleme sunmaktan uzaktır.
Bellek yalnızca etik bir çağrı değil, aynı zamanda siyasal ve maddi bir mücadele alanıdır. Bu anlamda Gramsci’nin hegemonya kuramı yol göstericidir: Toplumsal bellek, yalnızca devletin baskı araçlarıyla değil, kültürel üretim yoluyla, rıza oluşturarak şekillendirilir (Gramsci, 1971). Hafıza, bu bağlamda ideolojik bir işleve sahiptir; neyin hatırlanacağına, neyin unutulacağına dair kararlar sınıfsal bir çıkarın ifadesi hâline gelir. Ülsen’in metinlerinde bu sorunsal arka plan yeterince görünür değildir.
… İlk makalede bellek, “etik bir rejim” olarak tanımlanır ve hatırlama, bireysel bir sorumluluk; unutmamak ise bir tür vicdani direniş biçimi olarak sunulur. Bu yaklaşım, belleği ahlaki düzleme yerleştirerek önemli bir hassasiyet sergilese de, hafızanın toplumsal ve yapısal üretim koşullarına dair kritik soruları cevapsız bırakır: Kim hatırlar? Kim unutturur? Hangi anlatı kamusal alanda meşru kabul edilir? Hangi travma dile gelmeden bastırılır?
… Achille Mbembe’nin “ölüm siyaseti” (necropolitics) kavramı da burada aydınlatıcıdır. Mbembe’ye göre modern devlet, hangi ölümlerin yas tutulmaya değer olduğu, hangilerinin sessizce unutulacağına dair karar vererek, belleği bizzat yönetir (Mbembe, 2003). Bu bağlamda, örneğin Sur’daki yıkımlar ya da faili meçhul cinayetler yalnızca “unutulmuş” değil; bilinçli olarak silinmiş, üzeri örtülmüş, hatta bazı durumlarda yeniden kodlanmış anlatılardır.
Bu nedenlerle, belleği yalnızca bir etik sorumluluk alanı olarak görmek, yapısal şiddet ilişkilerini görünmezleştirir. Oysa hatırlama eylemi, yalnızca bireysel bir vicdan yükümlülüğü değil, aynı zamanda iktidar ilişkileriyle hesaplaşmayı zorunlu kılan kolektif bir eylem hattıdır..
İkinci yazıda, anlatının bir tür estetik mimari olarak unutuşu şekillendirdiği savunulur… Estetik anlatılar, eğer sınıfsal-toplumsal bağlamlardan kopuk biçimde ele alınırsa, travmayı temsil etmekle kalır ama onunla mücadele edemez. Anlatı, görünürlüğün ötesinde, hangi maddi ve siyasal ilişkilere müdahil olduğuna göre değerlendirilmelidir.
Politik bir strateji olarak hatırlama
Üçüncü yazıda, hatırlamanın politik bir rejim olarak birlikte yaşamanın yeniden inşasında oynadığı kurucu role vurgu yapılır. Bu yaklaşım, travmatik geçmişlerle yüzleşmenin siyasal bir süreç olduğunu teslim eder; ancak “hatırlama” fiilinin, birçok durumda egemen iktidar mekanizmalarının yönlendirdiği stratejik bir araca dönüşebileceği gerçeği yeterince irdelenmez. Kamusal hafızanın yeniden düzenlenmesi, çoğu zaman sadece geçmişin açığa çıkarılması değil, aynı zamanda bugünkü egemenlik ilişkilerinin yeniden tahkim edilmesidir.
Hakikat komisyonları, Güney Afrika, Arjantin ve Ruanda gibi örneklerle anılır; fakat bu komisyonların çoğu zaman gerçek failleri yargılamaktan çok, uluslararası prestij, iç barış ya da geçiş süreci pragmatizmi adına sembolik düzeyde işlediği unutulmamalıdır. Mahmood Mamdani’nin vurguladığı gibi, örneğin Uganda ve Ruanda’da geçiş dönemi adaleti çoğunlukla “mağdurları yatıştırmak” adına inşa edilirken, yapısal şiddet ilişkileri olduğu gibi korunmuştur (Mamdani, 2001). Benzer şekilde Güney Afrika’daki Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, apartheid rejimini kuran sermaye çevrelerini neredeyse hiç hesaba çekmemiştir. Adalet yalnızca anlatmakla değil, bu anlatının maddi karşılığının olup olmamasıyla ilgilidir. Tazminat, kamulaştırma, yapısal reformlar gibi maddi düzenlemeler olmadan hatırlama çoğu zaman sistemin kendini aklama biçimine dönüşür.
… Sonuç olarak, hatırlama ancak sınıfsal ve siyasal ilişkileri dönüştürmeye yönelik bir eylemsellik içerdiğinde anlamlıdır. Aksi takdirde, hatırlama da unutmanın daha inceltilmiş bir biçimine dönüşebilir.
Kolektif hafıza için alternatif bir yönelim
Bu yazı dizisindeki en temel sorun, "hatırlamak" ve "unutmak" fiillerini bireysel vicdan, etik sorumluluk ya da estetik duyarlılıkla sınırlamasıdır. Oysa hatırlama ve unutma, tarihsel olarak belirli güç ilişkilerinin, ideolojik tahakküm biçimlerinin ve maddi çıkar ağlarının içinden şekillenir. Bellek ne sadece kişisel bir deneyimdir ne de sanatın duygu alanına sıkışmış bir temsildir. Bellek, bir iktidar meselesidir: Kim anlatır, kim susturulur, hangi acı tanınır, hangisi dışlanır? Bu nedenle hafıza yalnızca geçmişe dair değil, bugünün egemenlik düzenine ve geleceğin muhtemel çatışmalarına dair kurucu bir düzlemdir.
Doğru yaklaşım, hatırlamanın devrimci potansiyelini, yalnızca geçmişi görünür kılmakta değil, bugünü dönüştürmekte aramalıdır. Bu da ancak hatırlamayı bir siyasal eylemlilik biçimine dönüştürmekle mümkündür. Belleği sadece “anlatı” düzleminde değil, kolektif hareketin örgütlenmesinde işlevsel kılmak gerekir. Örneğin 1915 Soykırımı, sadece anma törenleriyle değil, devletin arşiv politikalarına, mülkiyet rejimlerine ve eğitim sistemine müdahaleyle yüzleşilmelidir. Bugünün Kürt hafızası, yalnızca ağıt ve sinema ile değil; dil, toprak, kamusal anlatı hakkı ve kolektif siyasal temsil mücadelesiyle güçlenmelidir.
… Alternatif ve daha kurucu bir yaklaşım, “toplumsal hafıza kolektif olarak inşa edilmelidir” önermesini yalnızca bir temenni değil, doğrudan bir siyasal eylem ilkesi olarak ele almayı gerektirir. Hafızanın inşası, devletin ya da kültürel elitlerin tekelinden çıkarılmalı; tabandan, yatay ilişkilerle örülmelidir. Bu inşa süreci, yalnızca geçmişin tanıklıklarına değil, bugünün mücadele deneyimlerine, emek temelli birlikteliklere, kadınların, yoksulların, etnik ve dini azınlıkların söz hakkına dayanmalıdır. Çünkü travmatik hafıza, yalnızca temsil edilerek değil; aynı zamanda yeniden örgütlenerek ve mücadele edilerek onarılabilir.
Bu nedenle kolektif hafıza yalnızca bir arzu değil, aynı zamanda mücadele eden toplumsal öznelerin belleğidir. Gezi direnişi, Cumartesi Anneleri’nin sessiz oturmaları, Sur’daki yıkıma karşı kurulan halk meclisleri ya da kadınların 8 Mart yürüyüşleri gibi pratikler, geçmişin kamusal olarak hatırlanmasına dair örgütlü hafıza biçimleri yaratmıştır… İşte bu yüzden toplumsal hafıza müzelerde değil, direniş alanlarında; akademide değil, sokakta; bireysel estetik pratiklerde değil, kolektif siyasal eylemlerde anlam kazanır. James Young’ın da işaret ettiği gibi, “kamusal anıtlar çoğu zaman unutmayı organize eden yapılar hâline gelir” (Young, 1993). Gerçek yüzleşme, taşın yontulmasında değil, adaletin kurumsallaştırılmasında gerçekleşir. Hafızanın estetikle temsili, ancak siyasal dönüşümle tamamlandığında anlamlıdır.
Bu bağlamda yerel anlatıların, resmi tarih söylemine karşı “karşı-hafıza”lar olarak çoğaltılması elzemdir. Michel Rolph Trouillot’nun uyardığı gibi, “tarihin suskunlukları”, yalnızca belgelerin eksikliğinden değil, o belgeleri kimlerin yazabildiğinden kaynaklanır (Trouillot, 1995). Bu yüzden tarih sadece geçmişin bilgisi değil, bugünkü iktidar düzeninin yeniden üretimidir. Kolektif hafıza, işte tam da bu düzene karşı bir müdahale alanı olarak yeniden düşünülmelidir.
Unutmaya karşı verilecek mücadele, ancak maddi yaşam koşullarını dönüştürmeye yönelen bir siyasal stratejiyle birleştiğinde gerçek bir güç kazanır. Bu mücadele, hafızayı yasla değil, eylemle; sembolle değil, dönüşümle; hatırlamakla değil, değiştirmekle kurar.
(BİANET.ORG – Feyyaz KERİMO – 30.6.2025)