Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sui generis bir devlet olarak doğduğuna literatürde sık sık yer veriliyor. Bunun bir nedeni, devletin Kıbrıs halkının veya iki toplumun iradesi ile kurulmuş olmamasıdır.
Kıbrıs’ta sömürgeciliğin tasfiyesi döneminde Ada halkının sömürgeci Britanya ile BM kurumlarında karşı karşıya gelmesi engellendi ve Yunanistan ile Türkiye’nin devreye girmesiyle özel bir durum yaratıldı. Kıbrıs meselesi üç ülke arasında bir soruna dönüştürüldü.
Yunanistan Kıbrıs meselesini bir self determinasyon konusu olarak BM’nin gündemine taşıyınca, “tarafların” müzakereler yoluyla çözüm bulması gerektiği gündeme geldi.
Burada “taraflar” derken neyin kast edildiği çok önemlidir, çünkü nihayetinde “kurucu unsur” “taraflar” denilen kesimler olacaktı...
Aşağıda bu süreci özetle ele alalım.
Kıbrıs Sorununun” İlgili Tarafları” Üstüne
Yunanistan 1954 yılında ilk başvurusunu yapıp self determinasyon hakkının “Kıbrıs halkına” uygulanmasını talep ettiğinde, BM Genel Kurulu bu talebi “şimdilik” reddetti ve konunun ileride incelenmesine karar verdi.
İkinci başvuru 1955 yılında yapıldı. Genel Kurul bir kez daha konunun gündeme alınmasına itiraz etti.
Bu arada, Birleşik Krallık 1955 yılında Londra Konferansını düzenledi ve Londra Konferansına Yunanistan ile birlikte Türkiye de katıldı ve taraf ülke konumunu elde etti.
Kıbrıs’ın geleceğinin konuşulduğu Londra Konferansına Kıbrıs’tan temsilci çağrılmadı!
Böylece, sorunun “ilgili tarafları” olarak Büyük Britanya, Türkiye ve Yunanistan öne çıktılar.
Durum böyle olduğu halde, Britanya 1955 sonunda başlayan ve 1956 yılının başına kadar devam eden Kıbrıs görüşmelerinde sadece Kıbrıs Rum tarafını muhatap kabul etti. Vali Harding ile Başpiskopos Makarios arasında yapılan görüşmelerde sonuç alınmış olsa idi, Kıbrıslı Türkler hesaba katılmadan bir çözüme ulaşılmış olacaktı.
Harding-Makarios görüşmelerinin çıkmaza girmesinden sonra, Yunanistan 1956 yılında bir kez daha BM’ye başvurdu ve bu başvuru 1957 yılının Şubat ayında Genel Kurulun aldığı şu kararla sonuçlandı: “Birleşmiş Milletler Şartı’nın prensip ve amaçlarına uygun olarak, barışçıl, demokratik ve adil bir çözümün bulunması samimi arzusunu ifade eder ve bu amaca yönelmiş görüşmelerin başlamasını ve devam etmesini ümit eder.”
Bu kararda dikkat çekici olan nokta, “görüşmelerin başlamasından ve devam edilmesinden” söz edilirken, “görüşmeci tarafların” kimler olduğuna açıklık getirilmemiş olmasıdır.
Yunanistan, görüşmelerin “Birleşik Krallık ile Kıbrıs halkı” arasında olması gerektiğini ileri sürerken, Türkiye kendisinin de taraf olması gerektiğinden söz ediyordu.
Kıbrıslı Türklerden söz eden yoktu! Kıbrıslı Türkler adına İngilizler ve Türkiye konuşuyordu.
“İlgili Taraflar” konusunda görüş ayrılığı devam ederken 1957 Mart’ında NATO Genel Sekreteri Lord Ismay sorunun NATO Bakanlar Konseyinde ele alınmasını önerdi. Öneriye Türkiye ile İngiltere onay verdi ama Yunanistan karşı çıktı. Yunanistan’a göre görüşmeleri yapacak “ilgili taraflar sömürgeci Britanya ile Kıbrıs halkı” idi.
Yunanistan 1957 yılında yeniden BM’ye başvurarak, “Kıbrıs halkına self determinasyon uygulanması suretiyle kendi geleceğini tayin etme olanağının verilmesini” talep etti.
Bu öneriye karşı değişiklik önerisi veren bazı ülkeler, “demokratik, barışçıl ve adil bir çözüm bulunması için “ilgili tarafların işbirliği anlayışı içinde derhal görüşmelere girişmelerini” öneriyorlardı.
Fakat, metinde “ilgili taraflar” konusuna açıklık getirilmiyordu.
Bunun üzerine, Yunanistan yeni bir değişiklik önerisi sundu. Bu değişiklik önerisinde “ilgili taraflar” sözcükleri silindi ve “Kıbrıs halkına self determinasyon uygulanması için işbirliği anlayışı içinde görüşmelere girişilmesi” önerildi.
Bu öneri Birinci Komitede 33 olumlu, 18 olumsuz ve 27 çekimser oyla kabul edildi. Kıbrıslı Rumlar ile Atina bu kararı bir zafer olarak selamladı. Ne var ki, Birinci Komitenin kararı Genel Kurul tarafından reddedildi.
1958 yılında Büyük Britanya ortaya Macmillan Planını attı. “Ortaklık Macerası” olarak da adlandırılan plan tarafların onayına sunuldu ama İngilizler planı tarafların görüşlerinden bağımsız olarak uygulamaya koyacaklarını söylüyorlardı. “Ortaklıktan” kasıt, Yunanistan, Türkiye ve Britanya’nın adanın yönetiminde ortak olmalarıydı.
Üçlü-Egemenlik formülü ve Taksim tehlikesi ile karşı karşıya kalan Makarios, bağımsızlığa yöneldi ve 22 Eylül 1958 tarihinde İşçi Partisinden gazeteci Barbara Castle’ye bir süreden beri konuşulan “garantili bağımsızlık” fikrini kabul ettiğini açıkladı.
Aynı tarihlerde NATO Genel Sekreteri Spaak, NATO Bakanlar Konseyinde Macmillan Planı zemininde görüşmeler yapılması için bir Kıbrıs Konferansı örgütlenmesini öneriyor ve konferansa üç ülkenin yanı sıra, Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk temsilcilerin “gözlemci sıfatıyla” katılabileceklerini söylüyordu.
Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumların ilk defa NATO Genel Sekreterinin önerisinde “İlgili Taraf” kategorisine girmişlerdi ama sadece “gözlemci” olarak...
Yunanistan’ın BM’ye yaptığı son başvuruda (1958) yedi ülke ayrı ayrı karar tasarısı sundu. Sonunda İran’ın hazırladığı karar tasarısı Birinci Komitede oy çokluğuyla onaylandı. Genel Kurula sunulmak üzere hazırlanan tasarıda şöyle deniyordu: “Genel Kurul, sorunun nihai çözüm biçiminin tartışılması amacıyla, doğrudan doğruya ilgili üç hükümet ile Kıbrıslı temsilcilerin katılacağı ve ilgili taraflarca kabul edilebilir olan diğer hükümetler ve kişilerin de yardımcı olacağı bir konferansın yapılmasını, Kıbrıs sorununa anlaşma yoluyla bir çözüm bulunmasında barışçı bir gelişmenin en iyi ümidi olduğuna inanır.”
Bu karar tasarısında Türkiye, Yunanistan ve Britanya’nın yanı sıra, “Kıbrıslı temsilcilerin” de “ilgili taraf” olduğu ilk defa vurgulanıyordu.
Gelgelelim, Birinci Komitede onaylanan bu karar tasarısının Genel Kurulda aranan üçte iki çoğunluğu bulamayacağı anlaşılınca, Meksika’nın girişimiyle herkesin kabul ettiği yeni bir karar tasarısı hazırlandı: “Genel Kurul, Kıbrıs Sorununu inceledikten sonra, Birleşmiş Milletler Şartı uyarınca barışçı, demokratik ve adil bir çözüme ulaşmak için tarafların çaba göstermeğe devam edeceklerine olan inancını beyan eder.”
Karara kimse itiraz etmedi. Bu, Genel Kurulda onaylanan son Kıbrıs kararı oldu.
Görüleceği gibi, bu kararda “ilgili taraflar” sözcükleri silindi.
Türkiye, Yunanistan ve Britanya Kurucu Aktör Olarak Devreye Giriyor
Bu karar 5 Aralık 1958 tarihinde alınmıştı. O tarihte Türkiye ile Yunanistan zaten kendi aralarında görüşmelere başlamışlardı. İki ülke arasında sürdürülen yoğun diplomasi trafiği kısa süre içinde sonuç verdi ve Türkiye ile Yunanistan 11 Şubat 1959 tarihinde Zürih Anlaşmasını imzaladı. İmzaların atılmasından sonra iki ülkenin dışişleri bakanları Londra’ya gidip İngiliz meslektaşlarını bilgilendirdiler. Her şey zaten İngiltere’nin bilgisi dahilinde cereyan etmişti.
Zürih’te sadece Kıbrıs anayasasının değiştirilemeyen Temel Maddeleri addedilen 27 Madde imzalanmadı. Aynı zamanda, Garanti ve İttifak Anlaşmaları ve herkesten gizlenen ve komünizme karşı mücadeleyi öngören Gentilmen’s Agreement imzalandı.
Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumlar Kurucu Değil Onaylayıcı Konumda
Zürih müzakereleri esnasında Yunanistan’ın Makarios ile istişare halinde olduğu Yunanca kaynaklarda belirtiliyor. Türk heyetinin Dr. Küçük ile ne sıklıkta görüştüğünü bilmiyoruz. Heyette yer alan dışişleri bakanlığı müsteşarı Melih Esenbel, “iki tarafın cemaat liderleri ile istişare edildiğini” yazıyor. Fakat, Türk heyetinin Dr. Küçük ile ne derinlikte istişare ettiğini bilmiyoruz. Yine Esenbel’in anlatısına göre, başbakan Adnan Menderes Zürih Anlaşması imzalandıktan sonra Dr. Küçük’ü Ankara’ya davet etti. Başbakan anlaşmanın önemli noktalarını Doktorun dikkatine getirdi, Esenbel de ayrıntılı açıklamalar yaptı.
Bunun üzerine, Dr. Küçük Esenbel’e, “Melih bey sen şunu söyle, bu anlaşma iyi mi”? Esenbel “çok iyi” deyince, Doktor “öyle ise makbulümdür, alıyorum” dedi. Bunun “eşit kurucu ortak” pratiği olduğu söylenebilir mi?
Zürih Anlaşmasından sonra, 19 Şubat 1959 tarihinde üç kurucu ülke ve Kıbrıs toplumlarının liderleri Londra’da buluştu. Londra’da, Zürih’te varılan üç anlaşma metninin dışında, altı metin daha imza edildi.
Büyük Britanya, tarafları egemen İngiliz üslerinin varlığını kabul etmeye ve bunu beyan etmeye zorladı. Egemenliği ancak bu şartla Kıbrıs devletine devredeceklerini söylüyorlardı.
Türkiye ve Yunanistan dışişleri bakanları 19 Şubatta ayrı ayrı yayınladıkları bildirilerle Britanya’nın Zürih’te yapılan anlaşmalara katılımını ve adada bağımsız üslere sahip olmasını kabul ettiklerini açıkladılar.
Benzer biçimde, Dr. Küçük ile Başpiskopos Makarios da 19 Şubatta yayınladıkları bildirilerle bütün anlaşma metinlerini -ki bunları Yunanistan, Türkiye ve Britanya hazırlamıştı- “Kıbrıs sorununun nihai çözümü için üzerinde anlaşmaya varılmış esaslar” olarak kabul ettiklerini beyan ettiler.
Kısacası, Kıbrıs Cumhuriyeti, İç ve Dış egemenliği sınırlandırılmış, Sınırlı Yetkilere sahip bir devlet olarak Birleşik Krallık, Yunanistan ve Türkiye’nin imzacı olduğu uluslararası bir anlaşmayla kuruldu.
Kıbrıslı Rumları temsil eden Makarios ile Kıbrıslı Türkleri temsil eden Dr. Küçük bu anlaşmaları kabul ettiklerini açıkladılar ve siyasi eşitlik temelinde- ki bu Kıbrıslı Türkler açısından sınırlı bir eşitlikti- devlet yönetimine talip oldular. Devlet yönetimi iki toplumun işbirliği yapmalarını zorunlu kılıyordu ama taraflar ayrı ayrı egemen eşit değildi. Ne de ayrı egemenlik haklarına sahiptiler.
Şunu da hatırlatalım ki, Kıbrıs Anayasası Kurucu Meclis tarafından hazırlanıp onaylanmadı. Referanduma da sunulmadı.
Şimdi, bu kuruluş hikayesini göz önünde tutarak Kıbrıs toplumlarının “eşit kurucu ortak” olduklarını söyleyebilir miyiz?
Kıbrıslı Türkler açısından Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu elbette önemli bir kazanımdı. Çünkü, Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türklere layık gördüğü “azınlık konumu” tarihe karıştı ve Kıbrıs Cumhuriyeti iki-toplumlu bir devlet olarak kuruldu.
En önemli kazanım budur!
Fakat bu kazanım, “Eşit Kurucu Ortak” statüsü değil, devlet yönetiminde eşitliktir!
“Eşit Kurucu Ortak” Olma İmkanı Hala Vardır!
Kıbrıs’ta İkinci Kıbrıs Cumhuriyeti (Federal Kıbrıs) kurulursa, Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumların eşit kurucu ortak olmaları imkan dahilindedir. Çünkü, federal devlette egemenliğin Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumlardan neşet edeceği kayıt altına alınmıştır. Bu konudaki önemli belgelerden biri, Anastasiadis-Eroğlu Ortak Bildirisidir (2014). Ayrıca, Annan Planında yer alan yeni stat of affairs için iki tarafın “Kurucu Anlaşma” imzalamaları hala geçerlidir.
Benzer biçimde, Kıbrıslı Türkler açısından sınırlı siyasi eşitlikten etkin siyasi eşitliğe ulaşmak da (matematiksel eşitliğe değil) Federal Kıbrıs’ın kurulmasıyla mümkündür. 1960 Cumhuriyeti’nde Kıbrıslı Türklerin yasam ve yürütmede sadece belli konularda tam olarak eşit olduklarını hatırlatalım. Federal Kıbrıs’ta ise Kıbrıslı Türkler etkin biçimde eşit olacaklar. Kıbrıslı Türklerin iradesi dikkate alınmadan bakanlar kurulu hiçbir konuda karar alamayacak.
Özetle, “eşit kurucu ortak” statüsünü ve siyasi eşitliği beyhude yere geçmişte arayacağımıza, gelecekte arayalım ve Federal Kıbrıs’ın kurulmasına yoğunlaşalım!