Geçen yazımızda 21 Aralık 1963 olaylarını “Kıbrıs Rum İsyanı” olarak değerlendirdik ve Kıbrıs Rum liderliğinin Enosise ulaşmak için planlı bir çaba içine girdiğini yazdık. Bu yazımızda Türk tarafının Kıbrıs Cumhuriyeti’ne nasıl baktığını ve 21 Aralık’ta başlayan çatışmalardan ne murat ettiğini irdeleyelim.
Makarios’un bir sözü vardı: “Zürih-Londra anlaşmaları bir devlet yarattı, bir ulus değil.” Kıbrıs Türk liderliği Makarios’un bu değerlendirmesini “doğru” buluyordu. Nitekim Rauf Denktaş şöyle diyordu: “anlaşmalar bir millet yaratmış değildir, bir devlet meydana getirmiştir diyen Makarios doğru söylemekteydi”. Bu da Kıbrıs Türk liderliğinin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne bakışının Kıbrıs Rum liderliğinden pek farklı olmadığını gösteriyor. Taksim fikrini “milli politika” olarak benimseyen Kıbrıs Türk liderliği bağımsız Kıbrıs devletinin kurulmasını Türk hükümetinin dayatması sonucunda kabul ettiyse de Taksim fikrinden bir an için bile vazgeçmedi. Özellikle TMT’de etkin bir konumda bulunan ve Özel Harp Dairesi ile yakın işbirliği içinde olan Rauf Denktaş adanın bölünmesini “esas gaye” olarak benimsemeye devam ediyordu. Özel Harp Dairesi de benzer görüşleri paylaşıyorlardı. TMT’yi Özel Harp Dairesi bünyesinde yeniden şekillendiren binbaşı İsmail Tansu’nun söyledikleri “esas gayenin” ne olduğu konusunda hiç bir tereddüde yer bırakmayacak kadar açıktır: “Kıbrıs’ta Türk-Rum ortak Cumhuriyeti’nin kurulması kararı bizim hızımızı kesmemişti. TC hükümetinin izlediği Kıbrıs politikası hangi yönde gelişirse gelişsin bizim şaşmaz hedefimiz 340 yıl üzerinde bayrağımızı dalgalandırarak Türk Vatanı’nın bir parçası yaptığımız Kıbrıs Adası’nı kurtarmaktı. Buna şartlar elvermediği takdirde, hiç olmazsa Ada’nın yarısında Türk hâkimiyetini tesis edecek ve Kıbrıslı soydaşlarımızın sahibi bulundukları toprak üzerinde özgür ve bağımsız Türk devletinin kurulması sağlanacaktı”.
Görüleceği gibi, Özel Harp Dairesi Türk hükümetinin Kıbrıs politikasından bağımsız olarak ya adanın tümünü ele geçirmek ya da yarısında bir Türk devleti kurmak konusunda kararlıydı. Oysa Menderes hükümeti genel hatlarıyla Zürih ve Londra anlaşmalarından memnundu. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra iktidara gelen İsmet İnönü hükümeti de Kıbrıs anlaşmalarına bağlı olduğunu sık sık dile getiriyordu. Hatta Kıbrıs’a gönderdiği büyükelçi Emin Dırvana’ya “Denktaş ve arkadaşları Taksim’den yanadırlar onlara fırsat verme!” talimatını vermişti. Böylesi talimatlarla adaya gelen büyükelçi Emin Dırvana, Denktaş ve çalışma arkadaşlarına karşı son derece ihtiyatlı davranıyordu. Nitekim adaya geldiği 16 Ağustos 1960 tarihinde Denktaş’ın “Büyükelçi olarak geldiğiniz adadan Vali olarak ayrılmanızı temenni ediyoruz” demesi üzerine çok öfkelenen Emin Dırvana, “bu anlaşmaların altında Türkiye’nin imzası vardır. Bunları yok etmek kimsenin haddi değildir. Bu anlaşmalar yaşayacaktır. Bunlara karşı gelenlerin vay haline” diyecekti. O dönemde Türkiye’nin Kıbrıs büyükelçiliğinde görev yapan diplomatlardan Ercüment Yavuzalp’ın tanıklığı da Türk hükümetinin tutumunu anlamak bakımından oldukça aydınlatıcıdır. Yavuzalp, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Ankara’dan Kıbrıs’a gönderilen mesajları şöyle özetliyor: “Ankara’dan gelen talimatlarda Kıbrıs Anayasa’sının uygulama safhasında ortaya çıkabilecek pürüzleri ipi koparmadan sonuçlandırmamız isteniyordu. (…) Zaman zaman Ankara’ya çağrılan Emin Dırvana, bu tür sözleri doğrudan doğruya Cemal Gürsel’den dinlemişti.” Türk hükümetinin bu yaklaşımına rağmen Özel Harp Dairesi ve Kıbrıs’taki uzantısı TMT, özellikle de Rauf Denktaş farklı bir çizgi izliyorlardı. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Özel Harp Dairesi Türk hükümetlerinden bağımsız bir politika izleyerek, ya adanın tümünü almayı ya da Taksimi gerçekleştirmeyi planlıyordu. Nitekim Lefkoşa Serdarı Aydın Samioğlu bir mektubunda Türk tarafının stratejisini şu cümlelerle özetliyordu: “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilan edilmesi ile birlikte Rumlar Enosis idealini canlı tutmaya koyulmuşlardı. TMT ileri gelenleri de buna karşıt olarak Taksim tezinin canlı tutulmasını esas ilke olarak kabul etmekteydiler. Ve her olaydan istifade etmek TMT’nin normal görevi haline gelmişti.” Denktaş’ın genel yayın yönetmeni olduğu TMT’nin yayın organı “Nacak” gazetesi tam da bunu yapıyordu. “Her fırsattan yararlanarak” Taksime hizmet etmek için Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasından hemen sonra “Türk’ten Türk’e Kampanyası”nın devam edeceğini yazıyor, sürekli olarak kışkırtıcı yayınlar yapıyor ve bilinçli olarak gerginlik politikası izliyordu.
Kıbrıs devletinin kurulmasına rağmen Kıbrıs Türk liderliğinin Taksim tezine bağlı kaldığının en somut kanıtlarından biri de Kıbrıs Türk liderliği tarafından hazırlanan "çok gizli" damgalı bir belgedir. Bu belge 1963/64 çatışmalarında Kıbrıslı Rumlar tarafından belge kasasından çalındı ve daha sonra Glafkos Kliridis tarafından yayınlanan. Belgede Zürih ve Londra anlaşmalarının "geçici bir çözüm" olarak benimsendiği, “esas gayenin” Taksim olduğu vurgulanıyordu ve "Zürih anlaşmalarını ve bu anlaşmaların meydana getirdiği Cumhuriyeti "nihai bir hal çaresi diye kabul edemeyişimize sebepler şunlardır” denilerek, çeşitli nedenler sıralanıyordu: “Türk bünyesinin zamanla eritilmeğe mahkûm” olduğu, “Türklerin "Kıbrıslılaşacağı ve milli bir davası kalmayacağı için ayrı bir cemaat olarak tasfiye” edileceği, “ayrı ve eşit cemaat prensibinin itimatsızlık ve bazen da husumet havası yaratılmadıkça çökmeğe mahkûm” olduğu, “Cumhuriyet "nihai bir hal çaresi" olursa Türklerin “Rumların kucağına düşeceği” iddia ediliyordu.
Görüleceği gibi, Kıbrıs devletini kalıcı bir çözüm olarak reddeden Kıbrıs Türk liderliği Kıbrıs Türk toplumunun "ayrı bir cemaat" olarak varlığını sürdürmesi için Kıbrıs Rum toplumuna karşı itimatsızlık duygusu geliştirmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Hatta bir adım daha ileri giderek bilinçli olarak "husumet havası yaratılmasından” söz ediliyordu. "Husumet olmazsa Kıbrıs Türkleri yok olur" anlayışını benimseyen Kıbrıs Türk liderliği Kıbrıslı Rumlarla uyum içinde yaşamayı “yok olmakla” bir sayıyordu. “Husumet politikası” yeri geldiğinde provokasyonlara da başvurmayı gerekli kılıyordu. Nitekim Özel Harp Dairesi eski başkanlarından emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu yakın geçmişte verdiği bir mülakatta laf arsında Kıbrıs’ta cami yakıldığını itiraf etti. Yirmibeşoğlu: “Halkın mukavemetini artırmak için, düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotaj yapılır. Mesela bir cami yakılır. Bunu Kıbrıs’ta yaptık”.
Açıkçası, iki toplum arasında iyi ilişkiler kurulmasına ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşatılmasına karşı çıkılıyordu. Bu politikanın bir sonucu olarak aksi yönde düşünen Kıbrıslı Türklere karşı şiddet uygulamaktan çekinilmiyordu. Kıbrıs Türk liderliğinin kasasından çıkan “gizli” belgede yazılanlar bunu açıkça gösteriyor: "Cemaat içinde muhalefet yapmak sevdasında olanlara "milli davanın" ana hatları dikte ettirilmeli; milli davayı baltalayacak şekilde neşriyat ve propaganda yapmaları önlenmelidir. Rumların meftunu ve hayranı olduğu, İngiliz İntelijansı ve Rum müfrit Enosis liderleriyle irtibatı bulunduğu tespit edilen Dr. İhsan Ali ve onun hampacısı kesilen bir cinsi sapık (Muzaffer Gürkan) ile komünistlerle ilişiği olduğu tespit edilen Ayhan Hikmet Rum ameline hizmet eden faaliyet ve yazılarından vazgeçirilmeli; milli bir davanın varlığına inanmıyorlarsa susturulmalıdırlar."
Gerçekten de bir süre sonra Muzaffer Gürkan ile Ayhan Hikmet vurularak susturulurlar. Hatırlatmakta yarar vardır; iki gazeteci 1962 yılında Bayraktar caminin bombalanmasından kısa bir süre sonra katledildiler. Öldürüldüklerinde Bayraktar ve Ömeriye camilerine yapılan saldırıları kimlerin düzenlediğini açıklamaya hazırlanıyorlardı…