“Kayık Pasta...”

Sevgül Uludağ

KIBRIS’TAN HATIRALAR...

 

Belgin Demirel

Bazen bir ses, bir görüntü, bazen de bir koku veya bir tat hatıraların kapısını gındırır. Kendimi başka bir mekana, başka bir zamana akmış gibi hissederim. Facebook’ta yer alan The Amateur Chefs grubunda Zeynel Arıkan’ın tarifiyle bugün ilk kez yaptığım Kıbrıs’a ait bir tart olan “Kayık Pasta” da beni çocukluğuma götürdü.

Çocukluğumda Gönyeli’nin tek tatlıcısı (sanıyorum aynı zamanda ilk tatlıcısı) Mehmet Dayı geldi aklıma. Gönyeli Camii’nin karşısında olan evinde idi atölyesi de. Camlı bir satış arabası da vardı. Geceleri o arabası ile Gönyeli Vatan Sineması’nın önüne giderdi. Filmin arasında seyirciler, dışarı çıkıp, tatlılardan alırdı. O zamanlarda ambalajlama henüz gelişmediğinden, kasap kağıdı da dediğimiz yağlı kağıtlara sarardı seçilen tatlıları. Gençler, aralarında şakalaşarak arabacığın etrafında atıştırırdı tatlılarını.

Çok güzel bir kurabiyesi de vardı. Çoğu akşam babam, kahveden yağlı kağıda sarılmış bu kurabiyelerle dönerdi eve. Sanıyorum Mehmet Dayı’nın kendi buluşu olan, Hacı Mehmet isimli meşhur bir tatlısı da vardı. İki katlı bir tatlı idi. Alt katı simitle yapılmış şammali gibi idi. Üstü ise baklavaya benzerdi.

Fırınlı gazocaklarının henüz yaygın olmadığı 60’lı hatta 70’li yıllarda, evlerde kadınlar, geleneksel fırınları ekmek için yaktıklarında, fırın katmeri veya Gönyeli’de ‘Lokum’ diye bilinen, kaymak yağı, un ve şekerin birlikte yoğrulup şekil verilmesiyle oluşturulan bir tür kurabiye yaparlardı. Bazı evhanımları da forma diye bilinen, bir tür tencerede keyik yapardı. Bizim evde keyik yapılacağında alarma girerdik. Mikser ve robot gibi kelimelerin bilinmediği o yıllarda, bizler evin kızları olarak, sırayla yumurtayı şekeri çırpardık çatal yardımıyla. Annemiz başucumuzda komutları ile durumu yönetirdi. Biz bir keyiği bile bu kadar külfetle yaparken, Mehmet Dayı’nın tepsiler dolusu tatlıyı her gün yapması benim için hayret edilecek bir durum idi.

Mehmet Dayı aslen Gönyelili değildi. 20’li veya 30’lu yıllarda olsa gerek, Gönyeli’nin efsane belediye başkanlarından Osman Tabak’ın Ahmet dedesi, Lefkoşa’da tatlıcılık yapmakta olan Rifat Efendi’den borç almış.  Ahmet Bey, borcunu ödeyemeyince, arazilerine Rifat Bey el koymuş. Fakat Rifat Bey çok fazla yaşayamamış ve ölünce söz konusu arazileri eşi Bahire Hanım işletmeye başlamış. İşte Tatlıcı Mehmet Dayımız bu Rifat Efendi’nin kardeşi çocuğu imiş.

Dayısı ölünce, Gönyeli ve Kanlıköy’deki bu arazilerde çiftçilik yapmak için Gönyeli’ye gelmiş. Mehmet Ağa’nın en güzel kızı ile evlenmiş. Ancak eşi doğum yaparken, bebek ile birlikte ölmüş. Daha sonra Kırkyalan’ın kızlarından Zehra Abla ile evlenmiş. Evlerimiz birkaç sokak ötede olduğu halde, Zehra Abla’nın kahkahası bazen bizim evden duyulurdu. Neşeli ve temiz bir kadındı.

Mehmet Dayı, 40’lı yılların içinde, çiftçiliği bırakıp, dayı mesleği olan tatlıcılığa başlamış. Babam ondan söz ederken, “Fakir olsa da malzemenin en iyisini alırdı. Çok titiz çalışırdı. Onun için o kadar lezzetli tatlılar yapardı” demişti. Babamların Gönyeli Türk Spor Kulübü’nü kurduğu zamanlarda Mehmet Dayı, her akşam bir sini tatlı ile kulübe gider, orada satmaya çalışırmış.

Bugün yaptığım bu kayık pastanın kokusunu içime çeke çeke yerken, sürekli içtiği sigarası ve boğulacak gibi öksürüğü ile hatırladım onu. Paranın zorluklarla kazanıldığı o yıllarda, kış gecesi, uzun paltosunun içinde, yan tarafına lüks lambası asılmış arabacığı ve o çocukluğumuzu tatlandıran tatlıları  ile Gönyeli Vatan Sineması’nın önünde bekleyen hayalini görür gibi oldum. Rahmetle, sevgiyle ve Özlem’le...

 


 

BİR ŞİİR

 

Ben  yürürdüm 
söz  omuzlarımda  ağırdı 
şiir  hep  yukardaydı 
barış  kadar  uzaktaydı 
yakındaydı  barış  kadar 
en  yakın  en  uzaktaydı. 

ben  yürürdüm  
yürümek  çok  ağırdı 
dursam  yol  öyle  ağır 
üstümden  akacaktı 
yol  ağırdı...

ben  yürürdüm 
yol  yüreğim  kadar  yanıktı 
çocukların  ayakları  
kızıl  çamurdandı 
yanıktı  çocukların  ayakları 
soğuktandı...

yürürdüm...babaların  sırtında 
ölü  çocuklar  vardı 
ölü  çocuklar  ağırdı 
acı  ağırdı...

yürürdüm...her  hücremde 
binlerce  çocuk 
çocukların  gözleri  yanık  yanık 
korku  kokardı...
çocukların  gözlerinde  söndürülen 
siyah  yıldızlar  vardı...

yürürdüm... yolum  sözün  bittiği  yere  kadardı 
çocuklar  omuzlarımda  ağırdı 
yol  ağırdı... yol  çok  ağırdı...

Feriha Altıok - 26.2.2021
 


BASINDAN GÜNCEL...

 

“Sizlerle bir araya gelmek için uzun bir yol kat ettim...”

 

Maria Şagallis

“Kişisel olan politiktir” derler ya… tam da benim hikayem. Ben her zaman sizin dilinizi konuşmuyordum. Hatta 16 yaşıma kadar varlığınızdan haberdar bile değildim. Annemin ve babamın doğup büyüdüğü ve 74 yılında kaçmak zorunda kaldığı Kıbrıs’ın kuzeyindeki yaşayanlar ve yaşananlar benim için bir hayal gücü ürününden ibaretti. Şu anda bu yazıyı Türkçede yazabiliyorsam, sizlerle buluşmak için yaptığım o uzun yolculuğun sayesindedir.

1999 yılında Kıbrıs Üniversitesi’ndeki Türkoloji bölümünü kazandığımda, bunu duyan büyük bir şaşkınlıkla “niye” diye soruyordu. Açıkçası, ben de o yaşımda nedenini tam kavrayamıyordum. Sıra dışı gelmiş olabilir… Bir yolculuğun başlamak üzere olduğunu bilmiyordum daha… O zamanlarda Kıbrıs’ın güneyindeki toplumun büyük bir kısmının karşı çıktığı Türkoloji Bölümü aslında bir üniversite bölümünden çok daha fazlaydı. Ünlü Kıbrıslı Türk şair Neşe Yaşın öğretmenlerimden biriydi. Kıbrıslı Rum topluluğun tutkuyla söylediği o “i diki mu i patrida ehi mirasti sta dyo (benim yurdum ikiye bölünmüş ortasından)” şarkısının sözleri Neşe’nin bir şiirine aitmiş! Neşe, Lefkoşa’nın güneyinde, zamanında aynı şekilde yerinden edilen ailesi ise, hani benim ancak hayal edebildiğim Lefkoşa’nın kuzeyinde yaşıyordu. Onları görebilmek için Lefkoşa’dan arabayla Larnaka’ya ve uçakla Larnaka’dan Atina’ya, Atina’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Lefkoşa’ya gidiyordu. 2003 yılında, mezun olduğum zaman artık Kıbrıs’la ilgili bambaşka bir bakış açısına sahip olmuştum. Madalyonun her iki yüzünü tüm çıplaklığıyla görmüş durumdaydım. Kuzey ise artık capcanlı önümde duruyordu.

2003 yılının sonuna doğru kendimi İstanbul’da buldum. Maksat orada birkaç ay yaşayıp Türkçemi geliştirmekti. Şehirlerin şehri – İ poli ton poleon. İnsanı esir eden o şehir benim evim oldu. Hayatımın en güzel 4 yılını orada geçirdim. Yüksek lisans yaptım, yakın dostlar edindim, evlendim… hatta boşandım. Sanırım, mahkemenin 2012 yılında bana verdiği o boşanma belgesi 1974 yılından sonra Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıyan tek belgedir…. Fakat, Türkiye’de yaşadığım sürece, her sene bana verilen ikamet tezkeresindeki uyruk kısmının boş bırakıldığını da unutmamak lazım.

O dönemdeki hayatımın şartları gereği, 2008 yılında, hiç istemeden, aşık olduğum o şehri bırakıp Kıbrıs’a dönmem gerekti. Hala bölünmüş olmaya devam eden Kıbrıs’a döndüğüm zaman çok zorlanmıştım. Eşi (Kıbrıslı olmayan bir) Türk ve mesleği Türkçe üzerine olan genç bir kadın olarak belli ortamlarda dikkatli olmam gerektiğini fark ettikçe canım çok sıkılıyordu. Eski eşimin çalıştığı ve yaşadığı kuzeye taşınmaya karar verdim. Böylelikle, yaklaşık bir sene boyunca, biz zamanlar sadece bir hayal gücü ürünü olan Lefkoşa’nın kuzeyinde yaşadım. Güneyde bulunan işime gitmek için, her sabah Türkiyeli bir şoför beni Ledra Pallas’a bırakırdı, ben de oradaki pasaport kontrolünden geçip güneyde bıraktığım arabama binerdim. Şoförün ismini unutmuş olabilirim, ama yol boyunca dertleştiğimizi hiç unutmayacağım. Kıbrıslı Türklerin bir kısmının neden kendisine aşağılayıcı bir şekilde davrandığını bir türlü anlayamıyordu. Kızmadan önce, biz Kıbrıslılar yaşadığımız bu durumdan onun sorumlu olmadığını düşünün lütfen. Tam da benim de düşünmem gerektiği o gün gibi. Eski eşimin bir öğrencisi bir Türk askeri personeliydi. Gel gör ki görevini annemin köyü Dikomo – Dikmen’de yapıyordu. Eski eşimi çok seviyor olmalıydı ki “hocam bir akşam sizi ve eşinizi ağırlamak istiyorum. Askerlerime söylerim sizin için en güzel yemekleri yapar” dedi. Tahmin etmiş olmalısınız ki gitmedik. Dedim ya “Kişisel olan politiktir”…

2011 yılında da kendisi artık eski hocam ama çok sevdiğim bir arkadaşım olan Neşe Yaşın bir akşam beni arayıp güneydeki Kıbrıs Edebiyatçılar Birliği ile kuzeydeki Kıbrıs (o zamanda Kıbrıs Türk) Sanatçılar ve Yazarlar Birliği’nin her sene düzenlediği edebiyat yarışmasına katılmamı önerdi. Açıkçası, o dönem içime kapandığım bir dönemdi ama Neşe’nin hatırı için katılmaya karar verdim. O sene Kıbrıslı Türk şair Fikret Demirağ’ın anısına düzenlenen yarışmayı Kıbrıslı Rum genç şair olarak kazandıktan sonra benim için yeni bir yolculuk başlamıştı. Barış mücadelesini birlikte sürdürdüğümüz ve zamanla yakın arkadaş olduğumuz birçok Kıbrıslı Türk yazar ve sanatçıyla tanıştım. Şu anda, Kıbrıs Sanatçılar ve Yazarlar Birliği’nin eşbaşkanıyım. Bununla birlikte, 2018 yılında, bir Kıbrıslı Türk arkadaşımla birlikte, Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türklerin birbirlerini daha iyi okumalarına, yeniden yakınlaşmalarına ve barış çabalarına katkı yapmak amacıyla bağımsız ve iki dilli bir yayınevi kurmuştuk. Anlayacağınız, güneyde otursam bile memleketimizin iki yarısında da yaşıyor olmayı başardım, bu da beni en şanslı Kıbrıslılardan birini kılar sanırım.

“Bugün Kıbrıs” sitesi beni bir yazarı olmaya davet ettiğinde, bana sizlerle bir araya gelmek için yeni bir yol açtı. Bu fırsatı değerlendirerek sizin memleketimizin diğer yarısını daha yakından tanımanız ve daha iyi anlamanıza katkı koymaya çalışacağım, zira barışa giden yolculuk en güzel yolculuktur… Bundan sonraki yazılarımda Kıbrıslı Rum topluluğun, siyasi ve sosyal hayatı hakkında detaylı bilgiler ile görüşmek üzere.

(BUGÜN KIBRIS – Maria Şagallis – 1.3.2021)