Kate Kliridis: “Başkan’ın kızı” bir iç sürgün!

Niyazi Kızılyürek

“Başkanın Kızı” (President’s Daughter), Kate Kliridis’in ölmeden önce yazdığı ve benim yayına hazırladığım otobiyografik kitabının başlığıdır.

Maalesef, kitap ancak Kate öldüğü gün çıkabildi ve Kate’ye mezarında kavuştu...

Kitabın önsözde de belirttiğim gibi, “Başkan’ın Kızı” babasının on yıl cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturduğu kendi ülkesinde adeta bir iç sürgün olarak yaşadı.

Ne babasının kurduğu partide, ne de cumhurbaşkanlığı sarayında kendine yer aramadı.

O hep dışarıda kaldı.

Tercihi bu yöndeydi.

Onun benimsediği değerlerin Kıbrıs’ın siyasal yaşamının hoyrat ortamında bir karşılığı yoktu. Kısa bir denemden sonra aktif siyasetle yollarını ayırdı.

Koltuk-delisi popülist elitlerin koltuk yarışına daha fazla katlanamadı.

Çünkü o, hayatının merkezine insanı koymuştu.

Fakat, ülkesinde insan ya “Rum” ya da “Türk’tü”.

Üstelik, hiç durmadan kavga ediyorlardı. Onun bu nefret karnavalına katılmaya niyeti yoktu. Ne de bu kavga ortamında koltuk kapma yarışına katılmaya...

Dışarıda kalmayı ve barışı aramayı yeğledi.

Dini Hümanizmdi.

İnsanlığın bütününü kucaklıyordu. Fakat, dışarıda (outsider) kalacağı “yeri” de iyi biliyordu.

İkinci sınıf bir kozmopolit değildi asla. Dünyaya bir turist gibi bakmıyordu. Fakat, kendini etnik “kabilelere” kaptırmaktan da uzak duruyordu.

Gerçek anlamda evrensel bir yurttaştı. Yurduna asla sırtını dönmeyenlerden...

Onun reddettiği şey, toplumuna körü körüne sadakat duymaktı.

Aklının ve ruhunun erdemi buna el vermiyordu.

O, Stoacılar gibi, geniş insanlık ailesinin o veya bu köşesine bakmıyordu, baktığı yerin sınırlarını güneşle ölçüyordu.

Ailesi

Liberal değerleri benimseyen bir ailenin çocuğuydu Kate.

Babası Glafkos, çocuk yaşlarda Kıbrıs’tan ayrılarak İngiltere’ye gitmiş, okul ve yüksek öğrenim hayatını orada geçirmişti. İkinci Dünya Savaşı’na Kraliyet Havva Kuvvetleri’nde havacı bir “İngiliz askeri” olarak katılmıştı. Uçağı Hamburg üzerinde vurulup düşence, o da Nazilerin esir kampına düşmüştü. İki defa kaçmaya teşebbüs etmişti ama olmadı.

Sonunda, “Ölüm Yürüyüşünden” sağ kurtularak özgürlüğüne kavuştu ve ilk durağı Londra oldu. BBC’de çalışan kız kardeşini ziyarete gitmişti ve hayatını değiştiren bir sürprizle karşılaşmıştı. Müstakbel karısını orada tanıdı.

BBC’nin Hint yayınları bölümünde çalışan kibar kızı görür görmez ona aşık oldu ve Kıbrıs’ın çok uzaklarından gelen bu Yahudi asıllı Hintli kadınla derhal evlenmek için yanıp tutuşuyordu.

Lilla, Glafkos’un ısrarlarına sonunda boyun eğdi ve iki genç evlendiler.

Soylu bir Hintli ailenin çocuğuydu Lilla. İyi eğitim almış dünyalı biriydi. Kıbrıs onun için uzak bir diyardı. Aslında, Glafkos da Kıbrıs’a yakından tanıyor sayılmazdı. On Bir yaşında İngiltere’ye gitmişti ve hukuk tahsilini bitirene kadar orada yaşamıştı. Kıbrıs’la ilgili tek bağı babasıyla aralarında devam eden yazışmalardı.

Sonunda iki genç, çok iyi tanımadıkları adaya yerleşmeye karar verdiler. Daha doğrusu, genç avukat öyle istemiş, Lilla da Galfkos’u kırmayarak kabul etmişti.

Yeni doğan bebekleri Kate’yi de alarak Kıbrıs’ın yolunu tuttular.

Aslında Glafkos Lilla’ya adada biraz kalır döneriz demişti. Fakat, ayağını Kıbrıs’a basar basmaz kendini sıcak siyasetin içinde buldu. Kıbrıslı Rumlar İngiliz sömürgeciliğine karşı ayaklanmışlardı ve yıllardan beri hayallerini süsleyen “Anavatan Ellas” ile birleşme arzusuyla yanıp tutuşuyorlardı.

Parlak avukat, sömürge yönetimine karşı insan haklarını ve EOKA savaşçılarını korumak için yoğun bir gayret sarf ediyordu. Toplumunu Batılı monarklar gibi tek başına yöneten Başpiskopos Makarios’un dikkatini çekmesi uzun sürmedi.

Glafkos süratle kariyer merdivenlerini  tırmandı ve en gözde isimlerden biri oldu.

“Yabancı gelin” ise adada bir yabancı olarak kaldı. Görgüsü, formasyonu ve burjuva kibarlığı, medenileşme sürecinde emekleme çağında olan Kıbrıs Rum toplumda onu bir yabancı kalmaya adeta mahkum etti.

Kendi Kendini Yaratan Kate

Kate Başkan babasına büyük bir hayranlık duyuyordu. Fakat, zaaflarının da farkındaydı. Nitekim Kate, babasının “zaman zaman milliyetçi söylemlere başvurduğunu” yazacaktı. Anacak, ne olursa olsun, babası onun gözünde adil, dürüst ve gerçekçi bir devlet adamıydı.

Öyle olmakla beraber, Kate kendi yolunu seçti. Yolu Başkanınkinden farklı bir yoldu.

Kate, iki toplum arasında iletişim yollarının açılmasını, köprüler kurulmasını savunuyordu.

Empati kavramı hayatında çok önemli bir yer tutuyordu. En zor zamanlarda bile Kıbrıslı Türklerle temas kurabilmek için her fırsatı değerlendiriyordu. Herkesin derdine koşuyor, Türkçe öğrenmek için özel dersler alıyordu.

Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türklere karşı takındığı alazon ve kendini beğenmiş tavırlardan rahatsızlık duyuyordu ve Kıbrıslı Türklere karşı özel bir yakınlık besliyordu. Bu, elbette evrensel değerlere olan inancının bir yansımasıydı. Fakat, biraz da kendisinin bir outsider olmasıyla da ilgili bir durumdu. Zaman zaman “romantik” bir görünüm kazansa da, iki toplum arasında ilişkilerin ileriye taşınması için ortaya koyduğu çabalar siyasi vizyonundan kaynaklanıyordu.

Evrensel değerlere inancı, ufkunun genişliği, hümanizmi ve empati yeteneği, conflict resolution çalışmalarıyla birleşince, Kate’in siyasi kimliği de iyice şekillenmiş oldu.

Kendini “barış mimarı” olarak konumlandırdı ve “barış köprüleri” kurmayı hayatının en önemli amacı haline getirdi.

Kate bir barış insanı olduğu kadar, kadın hakları savunucusuydu da. Farkındalık sahibi bir kadındı. Kadınlara karşı uygulanan ayrımcılığı ve haksızlığa karşı mücadele ediyordu. “Kadın Doğulmaz, Kadın Olunur” gerçeğinin bilinci içinde ataerkil yapılara ve mantaliteye karşı baş kaldırarak kadın haklarını savuna geldi.

Feminizmini barış arayışıyla bağdaştırarak sesini barışsever Kıbrıslı Türk feministlerle birleştirdi.

Ve, ömrünü adadığı barış çabalarıyla “Başkanın Kızı” olmaktan kurtuldu ve kendini yarattı.

O artık “Başkanın Kızı” değil, Kate Kliridis’tir.

Ölüm döşeğinde yazdığı kitabında söylediği gibi: “Ömrümün sonuna kadar ülkemin birleşmesi ve barış için mücadele edeceğim, çünkü olduğum Kate Kliridis (doğduğum değil NK) bunu gerektiriyor!”

Kate Kıbrıs’taki yaşamını bir iç sürgün olarak yaşadı. Ve iç sürgünlerin karşı karşıya kaldığı aporia karşısında tercihini başka bir “sürgün” olan Edward Said gibi yaptı: “Topluluğa duyulan kör sadakat ile kişiyi yalnızlaştıran entelektüel duruş arasında bir tercih yapmak gerektiğinde, entelektüel duruşu seçti.”

Gerçekten de entelektüel duruşu yalnızlığını çoğalttı. Kavafis’in söylediği gibi, “Evet” veya “Hayır” deme vaktinde başkaldırıyı seçerek “Hayır” diyenler yaşamları boyunca “Hayır’ın” bedelini öderler.

Kate, eleştirmekten, hakikati söylemekten, “Hayır” demekten hiç geri durmadı. Bedelini de ödedi. Ama çok şeyler de kazandı. Bu duruşu Kate’iyi yarattı. “Başkanın Kızı” Kate’yi değil değil, Kate Kliridis’i...