Karava’dan Mirtu’ya “kayıplar”ın izinde...

Sevgül Uludağ

31 Mayıs 2022 Salı sabahı erkenden Kayıplar Komitesi’nin genç araştırma görevlisi Deran beni evden alıyor ve barikata gidiyoruz... Kermiya barikatında arkadaşım Keti, eşi Panikos Ekonomidis ve kızı Maria’nın gelmesini bekliyoruz...

Panikos’un annesi, babası ve kızkardeşi, “Çıkarma Plajı” diye tabir edilen Beşinci Mil’den “kayıp”... Türk askerlerinin çıkarma yapmış olduğu plaj ve oradaki lokanta ile plajdaki tesisler onun ailesine aitti...

20 Temmuz 1974’ten beridir başlarına tam olarak neler geldiği hakkında hiçbir bilgi edinilemedi...

Geçtiğimiz aylarda bu sayfalarda, Panikos ile yapmış olduğum ayrıntılı bir röportajı yayımlamıştık... Bu röportaj ardından, Panikos ve Keti’ye, Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üyesi Sayın Hakkı Müftüzade ile de bir görüşme ayarlamıştım... Bu görüşmeye birlikte gitmiştik...

Görüşmede Panikos Ekonomidis, annesi, babası ve kızkardeşinin nerede ve nasıl “kayıp” edilmiş olduğu hakkında kendi teorilerini ortaya koymuş, Kayıplar Komitesi’nin elinde ne tür bilgiler olduğunu öğrenmek istemişti...

Sayın Hakkı Müftüzade de, bir süre sonra tekrardan bir araya gelerek ellerindeki bilgileri paylaşmayı önermişti...

31 Mayıs 2022 Salı sabahı buluşmamız da işte bununla ilgiliydi. Deran bizlere, Kayıplar Komitesi’nin ulaştığı bilgileri aktaracaktı – Panikos da Beşinci Mil’den Panağra/Mirtu yöresine kadar annesi, babası ve kızkardeşinin geçmiş olabileceği yoldan bir kez daha geçmek ve burayı dikkatle incelemek istiyordu.

Beşinci Mil artık neredeyse tanınmayacak vaziyetteydi... Daha önce “Altınkaya” olarak bilinen lokanta, Panikos Ekonomidis ve ailesine ait ev ve lokanta idi 1974’e kadar – bu lokantanın park yeri olarak bilinen yerler – geniş bir alan – dümdüz edilmişti... “Altınkaya” lokantası da bir mimari ofis olarak çalışmaktaydı...

Panikos, “İşte burası bizim evimizdi” diye söze girişti ve onunla birlikte içeriye girdik... Mimari ofiste çalışanlardan burayı görmek için izin istedik, Panikos’u kendilerine tanıttık, evin ve lokanta ile plajın ve bu bölgede bulunan yaklaşık 200 dönüm arazinin 1974’teki sahibi olduğunu izah ettik... Bizi çok iyi karşıladılar, binayı dolaşmamıza izin verdiler... Panikos, kendi yatak odasını görmek istedi... Duvar dolabı olduğu gibi duruyordu...

Balkondaki basamaklar gitmişti – Panikos bize bu basamaklardan aşağıya inildiğini ve aşağıda odalar olduğunu anlattı... Teras da genişletilerek iki katına çıkarılmıştı... Aşağıya bir ekran kurulmuştu...

Mimarlık ofisinde çalışanlar Panikos’a burayı tam olarak ne yapmaya çalıştıklarını gösterdiler... Burası “Nusret” tarzı “et lokantası” olacakmış... Altta da “dünya mutfağı” servis edilen bir başka lokanta, lüks müşterilere hizmet verecekmiş. Türkiye’den özel sanatçılar getirilerek konserler vereceklermiş...

Plajın işletmesi şimdilik başkasına aitmiş ancak bir yıla kadar orayı da devralacaklarını – yani Escape Beach’i – anlattılar bize...

Burayı Altınbaş almış, galiba bir de ortağı varmış... Park yerinde durup da baktığımızda görünen evlerin bazılarını da Altınbaş almış...

Bize gösterdikleri planların Kıbrıs’ın mimarisiyle bir alakası olmadığını söylediğimiz zaman ise kendilerinin “kimsede olmayanı yapmaya çalıştıklarını” anlattılar bize...

Panikos, Keti’nin kaygılarının tersine son derece sakin görünüyordu bu ziyaret esnasında... Mimari ofiste çalışanlar da ona son derece misafirperver davranarak kahve ikram ettiler, tüm sorularını yanıtladılar, her tarafı gezmesine izin verdiler...

Onlara teşekkür ederek oradan ayrıldık ve Çamlıbel/Mirtu, Geçitköy/Panağra bölgesine gitmeye koyulduk...

Panikos, ben ve Deran aynı arabadaydık... Keti ile kızı Maria ise bizi kendi arabalarıyla takip ediyordu...

Panikos’un iki teorisi vardı “kayıp” annesi, babası ve kızkardeşiyle ilgili olarak... Çıkarma başlarken onlar da arabayı alıp gitmişlerdi... Hangi tarafa gitmişlerdi? Panikos’a göre ya Karava’ya doğru gitmişlerdi ya da Omorfo’ya doğru çünkü her iki yerde de akrabaları vardı... Türk askerinin Altı Mil’de barikat kurup yolu kestiği biliniyordu – bu barikat kurulmadan önce annesi, babası ve kızkardeşinin gitmiş olabileceğini düşünüyordu Panikos...

Usul usul yolaldık – Beşinci Mil’den Geçitköy’e (Panağra) ve Mirtu’ya (Çamlıbel) doğru giderken yol boyu yapılan tüm inşaatların ne kadar çirkin olduğunu, Kıbrıslıtürkler’in bu işlerden geriye çekilip “Biz garışmayık” tarzını benimsediklerini çarpıcı biçimde görebiliyordum... Çok ama çok üzücü bir seyahatti bu – Kıbrıs’ın renkleri yok edilmişti bu inşaatlarla, isteyen istediğini yapıyordu, Kıbrıslıtürkler de birer “seyirci” olarak “biz garışmayık” diyorlardı sanki de...

Çamlıbel yöresinde kısaca durduk... Panikos’un annesi-babası ve kızkardeşinin bu yörede öldürülmüş olabilecekleri yönünde söylentiler vardı... Ancak alan çok genişti ve bu alandaki bilgiler kesinleştirilip daraltılmalıydı ki Kayıplar Komitesi nerede kazı yapabileceğini bulabilsin...

Panikos’a göre bu bölgeden Çıkarma Plajı’na doğru Kıbrıslırum askerler gönderilmişti – yani Mirtu’dan ve Panağra’dan Karava’ya doğru askeri konvoylar hareket halindeydi, çıkarma olduktan sonra... Türk askeri uçakları bu konvoyları bombalamış ve onlara ateş etmişti... Bu konvoyun ortasına düşen Panikos’un ailesinin de uçaklar tarafından vurulmuş olabileceği yönünde söylentiler vardı.

En önemli ipucunu işte o zaman ortaya attı Panikos, çok da farketmeyerek... Bunu havada yakaladım hemen... Üstüne gidilmesi gereken bir ipucuydu bu...

Panikos Ekonomidis, 20 Temmuz 1974’te sabahın erken saatlerinde, tam da çıkarmanın başladığı saatlerde bulunduğu askeri kamptan çıkarak eve gitmişti  ve çıkarmanın yaşanmakta olduğuna tanık olmuştu. Evde annesini, babasını, kızkardeşini bulamamıştı. Araba da yoktu. Demek ki binip gitmişlerdi... Evde olmayan bir şey daha vardı: O da bir av tüfeğiydi... Babasına ait çok özel bir av tüfeğiydi bu... Belli ki o av tüfeğini de yanına almıştı babası ve ailesi giderlerken...

Fransız yapımı Saint Etienne Verne Caro marka bir av tüfeğiydi bu... Avrupa’da o günlerde bir numaraydı bu av tüfeği... Babası bu tüfeği özel olarak getirtmişti...

“O günlerde İspanya’dan, İtalya’dan daha ucuza av tüfekleri vardı piyasada ancak en pahalı av tüfekleri Fransız ve Belçika yapımıydı” diye anlatıyordu Panikos...

İşte bu av tüfeği önemli bir ipucu olabilirdi...

Üstelik de Kayıplar Komitesi bu konuyu rahatlıkla takip edebilirdi...

Eğer bu av tüfeğine birileri el koymuşsa, mutlaka av ruhsatı için kaydını yapmış olmalıydı devlete... Bu kaydı bulmak zor bir iş değildi... Yeter ki araştırma niyeti olsun...

Bu konuyu araştırma sözüyle Deran ve ben, Panikos ve Keti ile kızları Maria’ya veda ettik... Onlar geri dönüp bir lokantada balık yiyeceklerdi... Biz ise işimizin başına dönmek zorundaydık Deran’la... Veda ederek Lefkoşa’ya geri döndük...


Panikos Ekonomidis ile ailesine ait Çıkarma Plajı'ndaki lokantanın bulunduğu yerde...


“Yakılmış Kitaplar Kütüphanesi'nde kültürel hafıza galip çıktı...”

Semra Pelek

Alman Öğrenci Birliği’nin, 6 Nisan 1933’te dağıttığı broşürde, “Alman olmayan ruha karşı” eylem çağrısı yapılıyordu. Bu, ülke çapına yayılacak bir propaganda kampanyasının ilk adımıydı. Çok geçmeden bunun sonuçları alındı: 10 Mayıs gecesi, Nazilerin coşkulu destekçileri olan üniversite öğrencileri pek çok üniversite kentinde meşaleli yürüyüş düzenledi. O gece başta Berlin ve Münih olmak üzere pek çok kentin meydanlarında, “Alman olmayan” 25 bin civarında kitap yakıldı. Öğrencilerin çoğu, Nazi askeri üniformalarını giyinmişti. Berlin’in Opera Meydanı’ndaki “tören”, radyodan halka naklen aktarılıyordu. Karl Marx, Sigmund Frud, Thomas Mann, Stefan Zweig ve Bertolt Brecht’in de aralarında bulunduğu yazarların kitapları, 10 Mayıs ve devamındaki günlerde “ateşte yakılarak tasfiye edildi.” Bu sembolik ama uğursuz bir eylemdi; “toptan temizlik” başlatılmıştı. 10 Mayıs’ın ardından sadece Yahudi yazarlar değil, rejimi eleştiren, militarizme karşı çıkan, demokrasiyi veya sosyalizmi savunan ve “Yahudi akrabaları” olan tüm yazarlar da susturuldu. Nazilerin kara listelerinde adı geçen yazarlar, sonraki yıllarda ya ülkeden kaçtı ya da Holokost’un kurbanı oldu.

12 BİN CİLTLİK EŞSİZ KOLEKSİYON

Yaklaşık 90 yıl önce yakılan bu eserlerin çoğunun ilk baskılarına bugün herkes Augsburg Üniversitesi’nin çevrimiçi kütüphanesinde ulaşabiliyor. Nazilerin var olma hakkı tanımadığı yazarların eserlerinin yer aldığı 12 bin ciltlik eşsiz koleksiyon, Augsburg Üniversitesi ve bağışçılar tarafından 2009 yılında Georg Paul Salzmann’dan satın alındı. Salzmann, bu kitapları 1976’dan 2013’teki ölümüne kadar geçen sürede antika pazarlarını, kıyıda köşede kalmış kitapçıları gezerek tek tek aramış, bulmuş ve satın almıştı. Bütün evi romanlar, şiirler ve oyunlarla dolu yüzlerce metrelik raflarla çevrilmişti. Bu onun ‘Yakılan Kitaplar Kütüphanesi’ydi. Salzmann, inşaat sektöründe çalışan bir mali müşavirdi. Kendi anlatımına göre, “bir tesadüf eseri”, Nazilerin yaktığı, yasaklayarak kültürel hafızadan silmeye çalıştığı yazarların kitaplarını toplamaya başlamıştı. Ama hayatta hiçbir şey tesadüf değildir, derler. Yaşadığımız her olay, bizi bir sonrakine taşır. Salzmann’ın koleksiyonun ilk kitabını satın aldığı ‘o an’dan filmi geriye sardığımızda, karşımıza Nasyonal Sosyalist bir ailede büyümüş küçük bir çocuk ve savaşın neden olduğu acılar çıkıyor.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Doğu Almanya topraklarında kalacak Thüringen’de, 1929 yılında doğan Salzmann, kitapların yakıldığı 10 Mayıs gecesinde sadece dört yaşındaydı. Ailesi tarafından küçük yaşlarda Hitler Gençliği’nin toplantılarına yollandı. Babası “ilk andan itibaren” ateşli bir Nazi’ydi, öyle ki 1945 yılının Mayıs ayında kesin yenilgi anlaşıldığında intihar etti. O sırada 17 yaşında olan Georg bir Nazi askeriydi, akciğer enfeksiyonu sebebiyle hastanede yatıyordu. 1945 yılı onun da hayatında önemli kırılma anlarının yaşandığı bir zaman dilimi oldu.  Berlin Harekâtı’nın üzerinden henüz bir ay geçmişti. Ülkedeki toplama ve ölüm kamplarında sağ kalan Yahudiler kurtarılmaya başlanmıştı. Bir Haziran günü ABD’li bir asker, Salzmann’ı Almanya’nın en büyük toplama kamplarından biri olan Buchenwald’a götürdü. Salzmann’ın kampta tanıştığı bir Yahudi, ona yaşadıklarını anlattı; artık nerede yaşayacağını, nereye gideceğini bilmiyordu, yakınlarının nerede olduğuysa koca bir muammaydı. Ama bu karşılaşma Salzmann’ın söz ettiği ‘o tesadüf’ değildi, bu kısa sohbette o ana kadar bildikleri ve inandıkları tepetaklak olmuştu. Sonraki kırılma anını savaşın ardından gittiği bir kitapçıda yaşadı. Koca bir raf dolusu kitabın sırtında yazan isimler ona hiç tanıdık gelmiyordu. Lion Feuchwangers,  Stefan Zweig, Max Brod, Jakob Wassermann, Kurt Tucholsky, Sigmund Freud da kimdi? Bu isimleri ne ailesinde ne de okulda duymuştu. Kitapçı, hikâyeyi anlattı: Hepsi Nazilerin kara listesinde yer alan yasaklı yazarlardı, 1933 yılından beri bu kitapları büyük bir dikkatle saklamıştı.

‘BİRİLERİ TAM DA BU KİTABI ATEŞTE YAKILMAKTAN KURTARDI’

Salzmann’ın, ‘Yakılmış Kitaplar Kütüphanesi’nin ilk kitabını satın alacağı ‘tesadüfün’ yaşanması için daha zaman vardı, önce 1953 yılında eşiyle Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kaçacaktı. Bundan da 23 yıl sonra, bir iş için birkaç aylığına Bremen’de yaşadığı 1976 yılında, onun can sıkıntısını fark eden bir komşusu Slazmann’ı okuma kulübüne davet etti. İlk toplantıda Salzmann’a Yahudi yazar Ernst Weiss’ı araştırma görevi verildi. Weiss’ın hayatı ve eserleri o kadar ilgisini çekmişti ki bu araştırmanın peşinden önce Köln’e, oradan Amsterdam, Bern ve Zürih’e gitti. Salzmann bir antikacıda Weiss’in 1916’da yayımlanan ‘Der Kampf’ (Savaş) kitabının ilk baskısını aldı. Bu onun ‘Yakılmış Kitaplar Kütüphanesi’nin ilk kitabı oldu. Böylece Nazi döneminde yasaklanan, kara listelere alınan, var olma hakkı tanınmayan, sürgünde yaşamak zorunda bırakılan veya öldürülen yazarların 1933’te Alman kentlerinde yakılan kitapların ilk baskılarını toplamak Salzmann’ın hayatının işi haline geldi. Almanya’nın bütün şehirleri ile Fransa, İsviçre ve Hollanda’daki kitapçıları, antika pazarlarını ve bitpazarlarını dolaştı. Önce evinin bodrumunu kitaplık haline getirdi. Bodrumdaki raflar tamamen dolduğunda kitaplar evin odalarına taştı. “Hazine Avı” (1990) belgeselinde Slazmann, neden özellikle ilk baskıları topladığına dair şunları söylemişti: “Bu kitapların çok özel bir aurası, bir kaderi, hissedebildiğim bir hikâyesi var. Bazen önceki sahiplerin ithafları veya notları oluyor kitaplarda. Ayrıca ilk baskıyı elime aldığımda yazara çok yakın olduğumu hissediyorum. Ve o anda şunu biliyorsunuz: Birileri tam da bu kitabı ateşte yakılmaktan kurtardı. Bu kitapları bulmak, çoktan kaybolduğunu düşündüğünüz bir hazineyi ortaya çıkarmak gibi.”

Augsburg Üniversitesi’nin kütüphanesinde çevrimiçi olarak erişilebilen Salzmann’ın koleksiyonunda Stefan Zweig’ın, Hitler rejiminin neden olduğu karamsarlık ve Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü nedeniyle 22 Şubat 1942 gecesi intihar edeceği Brezilya’daki sürgün yıllarında yazdığı ve sadece numaralandırılmış 250 baskı yapan ünlü romanı ‘Satranç’ın 107 sayılı ilk baskısı bulunuyor. Yakılmış Kitaplar Kütüphanesi’nin 12 bin ciltlik yapıtları arasında el yazmaları, gravürler, fotoğraflar, dergiler de yer alıyor.

KÜLTÜREL HAFIZA GALİP ÇIKTI

Hikâyenin sonunda, “Peki, neden bu çaba?” diye sorulabilir. Öyle ya Salzmann bir edebiyat uzmanı, tarihçi veya akademisyen değil, inşaat sektöründe çalışan kendi halinde bir mali müşavirdi. Az değil, 37 yıl boyunca iğneyle kuyu kazar gibi 12 bin cildi toplayacak azmi nereden geliyordu? Evindeki kütüphaneyle Almanya’da ünlendiği 1990’lı yıllarda Salzmann, bu soruyu soran gazeteciye şu yanıtı verdi: “Nazilerin bütün bir yazar jenerasyonunu toplumsal ve kültürel hafızadan silme çabasının başarılı olmasını istemedim. Özellikle bizden sonra gelen gençlerin kitap yakmanın tahrip edici gücünü öğrenmesi gerekiyor.”

Öyle de oldu. Georg Salzmann sayesinde Nazilerin unutturma, yerli ve milli olma çabası değil, kültürel hafıza galip çıktı.


George Salzmann

(GAZETE DUVAR – Semra PELEK – 11.6.2022)