Bir yerlerde okumuştum, Yahudi “taktik-inançlarından” biri de; yeni birşey yaratabilmek için öncelikle bir kaos, ardından yıkım gerekiyor diye. Yahudi toplumunun gerçekten böyle bir inanç ya da “sistemi” var mı bilemiyorum ama beni ilgilendiren tarafı; kimin söylediği değil, “ne söylendiği”dir.
Memleketin durumu açık ve net bir şekilde ortada. Kurulan/kurdurulan sistem, sistemin yarattıkları, yaratılanların vurdumduymazlığı ve vicdansızlıkları, “kalitesiz davranışlar, benlik yokluğu, toplumsal sorumsuzluğun” tavan yaptığı bir kaos yaşıyoruz aslında.
Bu noktaya gelinmesinde herkesin payı var; kimisinin çok kimisini az. Ama var...
Siyaset-partiler-hükümetler derseniz; kim seçti bu insanları? Toplumun çoğunluğu, bireyleri. İnandılar-inandırıldılar, geçmişten gelen gelenek ve parti disiplinine uygun olarak “görevlerini” (istisnalar hariç) herkes yaptı. Böylesi bir yıkım sürecinde herkes isteyerek-istemeyerek, arzu ederek-etmeyerek, inanarak-inanmayarak bir tuğla koyuverdi. Bundandır ki; sistem ve sistemi yürütenlere bir eleştiri yaptığınızda, o da size geçmişinizi hatırlatır; “siz de böyle yapmıştınız” ya da “siz niye bu söylediklerinizi yapmadınız?” şeklinde, eleştiriye eleştiri ile cevap verilir oldu. Böyle olunca da bir arpa boyu “iyiye doğru”yol alınamadı. Aksine; nokta atışı yapılarak adım adım kaosçuklar yaratıldı, bundan doğan haksızlıklarla insanlarımız aş’sız, iş’siz kaldı, Kıbrıs Türkü’nün tırnaklarıyla meydana getirdikleri kurumlar “kaosun” başlangıç noktaları olarak seçilerek yürürlüğe koyuldu.
Bu “kaos” senaryosu, belki son birkaç yıldır toplumda bir “farkındalık” yarattı ama ta geçmişe bakınız bir. Ne gibi öz varlık saydığımız, bildiğimiz kurumlar nasıl elden çıkarıldı, batırıldı ve yok edildi.
Sanayi Holding ilk aklıma gelenlerden biri. Cypruvex ikinci aklıma gelen geçmişten. Mutlaka sizlerin de sayabileceği ve o “varolma” denilir ya, işte onun bir mihenk taşı olan “üretim alanları”, bu toplumun elinden alınıp yok edilmektedir.
Amaç nedir; bir yerlere “bağımlı” kılınmak. Çünkü bir toplum ancak “ürettikçe” varolmaktadır. Taşıma suyu ile değirmenin döndürülemeyeceğini herkes bilir. Memur memleketi yaratılarak üretimden koparılmak, maaş beklemekten başka çaresi olmamasına çalışılmak, küçük üreticileri yok edip, kodamanlardan oluşan ve hükümetle “bağımlı” kılınan, hükümet de bağımlığını paranın geldiği yere endeksleyerek oluşturulan bir sistem. Ve bu sistemin “kalıcı” olabilmesi için kaos’ların yoğunlaşarak devam etmesi ve bir yıkımın gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
Ben böylesi bir senaryonun yıllardır adım adım hayata geçirildiğine inanıyorum. Bazan senaryo çekimlerinde yavaşlamalar olmaktadır “teknik sorunlardan”. Bu da hükümette yer alan siyasi partilerin siyasi görüş farklılıkları ve geleneklerinden ötürü, kaos yaratıcılarına karşı ayak diretmekle olmuştur ama, biri gider diğeri gelir, senaryonun kalan kısmı uygulanmaya devam eder.
Bugün, sn İrsen Küçük hükümetinde söz konusu senaryo daha bir hızlı gelişmektedir. Belki de bundandır toplumun uyanışı. Hani “ne oluyoruz?” dedirtecek şekilde hızla yıkım kaosu yaşanmış olmasaydı ve yirmi yıllık bir sürece daha yayılsaydı inanın kimsemiz bunun ciddiyetine bugün olduğu kadar varamayacaktık.
Bugünkü hükümet ve onlara senaryolar yazanlar bir hata yaptı. “acelecilikle” kaosu ve ardından gelecek yıkımı hızlandırdılar ve toplumun her yerinde, her siyasi görüşünde, her katmanında istemeden bu “farkındalığı” yaratmışlardır.
Bir toplumu nasıl yok edersiniz?
Hayır, soykırım artık geçmişlerin metodudur.
Bugünün şartlarında yapılacaklar bellidir: kimlik bunalımı yaşatıp öz kimliği unutturulur, bir başka kültürle ağırlıklı asimilasyona götürülür, üretimden koparılıp özgüvensizlik yaratılır, ekonomik bunalımlara sürüklendirilerek bir yerlere “mecbur” bırakılır, siyasi geleneği ortadan kaldırılıp, “göstermelik” siyasi erk yaratılır vb. Daha detaylar ve yöntemler sayabiliriz. Ama zaten bu saydıkarımı gözden geçirdiğimizde; tümünün de yaşanmış ve yaşanmakta olduğu görülür.
Evet bir “yıkımın” eşiğindeğiz ve senaryonun sonu da budur.
Başa dönersek; yeni bir oluşum-idare –yönetim şekli için bir “yıkımın” gerçekleştirilmesi tezinden yola çıkarsak, neredeyse yarım asırdır Kıbrıs Türkleri üzerine kurulan “yok etme” senaryolarının sonuna gelindiğini görebiliriz. Bu noktada toplum nazarında nasıl bir uyanış ve karşı duruş gerçekleştirilmelidir sorusunun cevabı, bende de “kesinlik” kazanmış değildir. Ama şunu söyleyebilirim ki; bu yok oluşun ortadan kaldırılmasının yegâne çözümü; toplumsal birliktelik ve herkesin elinin taşın altına koyabileceği bir “inanç” dürtüsü olmalıdır. Gerekirse bu yıkımı kendi yıkımımız değil aksine dönüştürerek kurulmuş olan yok oluş senaryo sisteminin yıkımına gidilmelidir. Hep birlikte 1950’lere, ‘60’lara dönelim. Çok değil, 1 hafta boyunca kimse işe gitmesin, evinde erzak, yakıt depolasın ve evinden dışarı çıkmasın. Mum ışığında, lambasuyulu ısıtmalarla ısınsın, sadece sağlık sektörü çalışsın. Tüm borçlu dairelerin elektirikleri kesilsin. Doğacak olan tüm olumsuzlukları birlikte göğüsleyelim. Ya da daha dar ama geniş olarak bilinen tüm memurlar bunu yapsın, sistem kilitlensin. Tüm toplum gerekirse bunu yapabilir buna inancım sonsuz.
Ama bunun sonunda gelen şu sorunun cevabı akılcı-inandırıcı-kesin-yaşatılabilir olmadıkça kimse buna kalkışmaz:
“Bundan sonrası için nasıl bir sistem kurulacak???”