KALABALIKLARDA KAYBOLMAK…

Dilek Karaaziz Şener

Büyük şehirde yaşamanın, belki de, en keyifli yanı bedeninizin insan güruhu arasında kolayca kaybolmasıdır.
İnsan ruhu için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çünkü kalabalıkların bedeninizi kolaylıkla yutabilmesine karşın, ruhunuzda ise gözlerinize vuran görüntüler ve sizden başka insanların varlığı, şehrin “korkutucu” gölgesine sığınmış kediler ve köpeklerin hatta güvercinlerin halleriyle derin izler açılabiliyor.
Yazıya başlarken, takvim yaprağını çevirip günün tarihine odaklanırken birden fark ettim ki Ankara’da 27 yılı geride bırakmışım.
Dile kolay!
23 Eylül 1988’de ilk Ankara’ya gelişimle birlikte geçen onca senenin ardından, şunu söyleyebilirim ki: bu şehirden çok şey öğrendim.
Bazı bazı muhasebesini yapıyorum: “geri dönmek mi gerekti, yoksa kalmakla, iyi mi ettim?” Apaçık kalmakla gitmek arasında kalarak, bazen fırtınalı, bazen de rüzgârlı gelgitlerin çok tozunu yuttum. Böylesi hercümerçle yaşarken ve çalışırken buralarda, zamanın akıp gitmesini engelleyemediğimizi bugün bir kez daha anladım.
Bu şehrin insanlarıyla aynı meydanda yürürken, öncelikle, kendimle ilgili kafa karışıklığına sebebiyet veren soru baloncuklarının kaybolmasından hep mutlu oldum. Takılıp kaldığım her insan yüzü bana çok şey öğretti. Her ne kadar Girne özlemiyle dolu olsa da bu orta yaşı aşmaya çalışan yüreğim, Ankara’yı ve burada olmayı seviyorum.
Neden mi? Çok basit bu sorunun cevabı: “ Bu şehirde yaşamayı ve yaşamı öğrendim.”
Her basitin kendi içinde bir keşmekeşe gebe olduğunu düşünerek, geçen zaman dilimine bakarak, hayatın çok da kolay olmadığını kolayca anlayabilirsiniz. Küçücük bir Ada’da doğuyorsunuz ve gün geliyor kalabalıklarıyla sizi yutan bir şehirde ayakta durmaya çalışıyorsunuz.
“Şehrin kalabalıkları” diyerek; başladım söze, çünkü her akşam yürüdüğüm yollardan, geçtiğim sokaklardan ve caddelerden karşıma çıkan insan yüzlerine kayıtsız kalamıyorum.
Öylesine çok ki!
Bazen göz göze geliyorsunuz birileriyle hızlı hızlı yürürken… Belki rastgele, belki de içinizden bir güdünün tesiriyle birisini seçip takılı kalıyorsunuz gözlerinin içindeki yaşam hikâyesine… Bilmediğiniz bir hikâyenin cümlelerini yazmak ve sizi o insana çakılı bırakan güdünün sihrini bulup gerçeklere çıkarmaya çalışıyorsunuz. Hızla uzaklaşırken “ ‘o insan’ yanınızdan, bu ‘tuhaf’ seçime neden takıldığınızı veya o insanın niçin bunca kalabalığa rağmen gelip size dokunduğunu ve düşüncelerinize yer ettiğini günlerce düşünüp, bir yapbozun parçalarını bulmaya çalışmak gibi, günlerce elinizdeki hikâyenin bölük pörçük parçalarını bulup “yaşam fotoğrafı”nı tamamlamakla uğraş veriyorsunuz. Çoğunlukla da ya bir evsiz, ya bir ağlayan çocuk, ya da dalgın bakışlarında, belli ki, evinin duvarları arasına saklı şiddetin izlerini görebildiğiniz bir kadın bakışı yakalıyor sizi kalabalıkların içinden…

---

On seneyi aşkın süredir haftanın üç günü aynı yolu yürüyerek evime varıyorum. Ki bazen düşünüyorum, aynı yolu yürümek insanı sıkmaz, bunaltmaz veya bıktırmaz mı?
Kesinlikle!
Çünkü her bir insan, her bir mekân ve her bir sokak, her gün bıkmadan, usanmadan, yılmadan size ayrı bir hikâye kitabının kapağını aralıyor. Önünüze açılan sayfalarda, ya şehrin belleğinin ya da o anlık görüntülerin size sunduğu düşüncelerin peşinden gidiyorsunuz.
Bazen, eğer zamandan çalabiliyorsam, bir parkın kıyısına ilişip, At Kestanesi veya Çınar Ağaçları’nın gölgelediği bir bankta öylece oturuyorum. Sonbahar kendini iyice hissettiriyorsa bu “meditasyonların” denk geldiği zamanlarda, etraftaki ağaç yapraklarının serildiği küçük park yollarına, mazot kokusunu küçücük dallarından fışkıran rengârenk tomurcuklarıyla göğüsleyerek bastırmaya çalışan, “bir nizam (belediye nizamı)” dikilmiş çiçeklerden yükselen kokuyu içime çekerek -ki bu, çoğu zaman kafamdaki özlem denilen huysuz ve inatçı ruh sesimin yasemin kokusunu bana duyurmak için yaptığı bir oyun mudur, diye de düşünüyorum- öylesine bakıyorum etrafıma.
Yaşamın gerçekleriyle bakmak gerek oturduğunuz banktan şehrin kalabalıklığına… Bu nedenle yasemin kokusu veya daha da derin bir rüya gibi varsayacağım deniz kokusunu düşünmemeye çalışıyorum. Her ikisi de zamanla birlikte, artık çok gerilerde kaldı. Böyle zamanlarda nenemi hatırlarım ve kendi kendimi teselli ederim. Seksen küsur yıllık ömrünün her gününde, özlemi ve hasreti dile getirip, yüreğini sızlatan evlat hasretiyle için için yandığı zamanları hatırlarım. Evet, tüm bunlar o bankta otururken, tıpkı annesinin elini tutup, okul tıraşına giden ve sırada bekleyen bir çocuk tedirginliğine bırakır beni… Böylesi bir haldeyken de düşüncelerin ve ruhunuz uğultulu kalabalığın içinde sıkışarak bakıyorsunuz herkese…
Bazen de metrodan çıkmanız ve bir an önce aceleyle sokağa kavuşmanız için devamlı dönüp duran yürüyen merdivenlerdeyken, başımı kaldırıp gökyüzüyle göz göze gelirim. Yürüyen merdiveni kesinlikle koşar adımlarla çıkmam, böylesi anlarda… Bir basamağa kilitlenir bedenim ve teslim olurum zamanı biraz olsun ağırlaştıran merdivenin ritmine… Yanımdan geçen, hatta omzuyla beni itip, haksız yere söylenerek uzaklaşan bedenin ardından bakarken gökyüzü genellikle bulutlu halleriyle veya şehrin ışıklarında gizlenen yıldızların varlığını bildiğiniz karanlık yüzüyle (boşluğuyla) karşılar beni…
Ve düşünürüm, aynı gökyüzü altında yaşarken tüm insanlar, neden dil için, din için, ırk için bunca zulüm?
Merdivenler yavaşça ilerlerken caddenin başına doğru, gökyüzü bir Çınar Ağacı’nı bırakır gözlerimin önüne… İşte tam bu noktada, gökyüzü ile ağacın kesiştiği yerin tam altındaki kaldırımın üzerine düşmüştü Ethem’in vurulan bedeni… Haftalarca aynı noktada yaşlı gözlerle sahip çıkıldı bu genç insanın nefesinin kalabalıklara karıştığı noktaya… Her akşam, her geçişte aynı noktaya takılır gözlerim ve o günün içinden çekip çıkarmak isterim bunca acının yaşandığı anları… Aynı noktaya bakıp, yüzlerce, binlerce ayağın üzerinden geçtiği bir direniş hikâyesini kendi belleğimde, unutmamak adına, kuruyan kalplerin arasından sıyrılma telaşıyla defalarca, yeniden düşünmeye çalışırım
Neden bunca acı?!
Bazen de soğuk kış günlerine denk gelir bankta oturup şehrin kalabalıklarıyla başlayan muhabbet… Hele kar yağmışsa ve de buza tutmuşsa hava ısısı, elleriniz donarak bakarsınız gelen geçene… Bedeniniz üşüse de yüreğiniz sıcaktır.
Böylesi zamanlarda ellerimi bacaklarımın altına sokup, kendi ısımla bedenimi sıcak tutmaya ve her bir yüzün hikâyesini kaçırmamaya gayret ederim.
Yakındaki bir çay ocağından gelen çayın kokusunu içime çekerim.  Elinde tepsiyle çay satan “çocuğun” uzattığı çayı içerek; bunca sene nasıl oldu da hala daha “esaslı demli bir çay” neden yapamadığımı/ demleyemediğimi anlamaya çalışırım.
Bazı şeyler kodlanır insanın doğduğu zamanlardan içine… Çay demlemek, çekirdek çitlemek gibi… Ki molehiya yemek, kahve içmek, çiçek dolmasız bir yaz düşünmemek de aynı değil mi?
Veya dumanı tüten bir tarhana çorbasına zeytinyağında kavrulmuş hellimcikleri atıp kaşık kaşık içerek içinizi ısıtmak…
Dün geceden eve dönüş yolundaki kalabalıkları düşünerek uyandım bu sabah… Mutfağa gittim demliğin altını yaktım ve güzel bir çay demledim.
Klavyemdeki son cümlemi yazarken demlenen çayın dumanı karıştı kelimelere…
Bu haftaki yazının son sözü gülümsedi beyaz sayfadan ve dedi ki:
“Çay demlemeyi, öğrendin.”

---

Sevgiyle kalın, mutlu bir Pazar günü sizlerle olsun…