Kabileler Diyarı Kıbrıs ve Umudun Adı

Niyazi Kızılyürek

Kıbrıs bir kez daha yanarken cemaatler bir kez daha yangına karşı birlikte koşamadılar. Biri diğerine “seninle cennete bile gitmem” dercesine uzaktan bakıyor. Yapılan yardım tekliflerini ya biri ya da öteki geri çeviriyor.

Ve bu acınası ahval her yangında tekrarlanıyor...

Çünkü kabileler böyle davranırlar. Birbirlerinin kapılarını çalmazlar. Zygmunt Bauman’ın söylediği gibi, “kabilelerin yaşadığı bir bölgede, taraflar karşılıklı olarak birbirlerinden kaçınırlar, birbirlerini ikna etmek gibi bir dertleri yoktur.”

“Biz” ve “onlar” arasındaki katı ayırım her koşulda korunur. Araya girip iletişim kurulması için çaba sarf edenler ise “tehdit” olarak görülür ve dışlanır.

Maalesef, kabilecilik konusunda yalnız değiliz! Ünlü yazar Amin Maalouf “bu mesele Doğu Akdeniz’in istisnasız tüm bölgelerinde geçerlidir” diyor ve devam ediyor: “İnsanlar etnik veya dinsel aidiyetlerine gönderme yapmaksızın yurttaşlık haklarını kullanamaz hale geldiklerinde, ulus bütünüyle barbarlık yoluna girmiş demektir. İnsan ve yurttaş olma niteliğinin her şeyin önünde gelmesi imkansızlaştığında, yurttaşlık ve onunla birlikte insanlık fikrinde bir arıza çıkmış demektir.”

Kıbrıs’ta biz bu bu “arızayı” yıllardan beri yaşıyoruz. Bu “arıza”, yurttaşlığı sadece din ve etniklik üzerinden tanımlayan ve “kendisinden” olmayanı dışlayan cemaatçi anlayıştan başka bir şey değildir.

Amin Maalouf bu olguyu yakından tanıyor. Çünkü doğup büyüdüğü ülke olan Lübnan da Kıbrıs gibi bu “arızadan” mustariptir. Hem Kıbrıs, hem de Lübnan, Maalouf’un sözleriyle “kendi cemaatlerinin üzerine çıkamayan, cemaat mantığının yükünden kurtulamayan” ve yurttaşlığı cemaat üyeliğiyle özdeşleştiren insanların diyarıdır. Böylesi bir anlayışın hüküm sürdüğü ülkelerde demokrasinin gelişmesi mümkün olmadığı gibi, etnik çatışma ve gerilimlere son vermek de imkansızdır.

“Lübnanlaşmak” mı Dediniz?

Son günlerde Türkiye’de “Lübnanlaşma” üzerine yoğun tartışmalar yapılmaktadır. Devlet Bahçeli’ye atfedilen, “bir Kürt, bir de Alevi Cumhurbaşkanı Yardımcısı” görüşü üzerine başlayan tartışmalarda bunun cumhuriyetçi anlayıştan ne kadar uzak olduğu konuşulmaktadır.

Örneğin, Tolga Şirin, 22 Temmuz 2025 tarihinde T24 internet gazetesinde yazdığı bir yazıda mezhepçilik ve etnik ayırımcılık temelinde kurulan bir düzenin zaaflarını ayrıntılarıyla sıralarken şöyle bir de saptamada bulunuyor: “Mezhepçilik geleceği ipotek altına alır. Eğitim sisteminden medya yapısına, spor kulüplerinden güvenlik aygıtlarına kadar tüm alanlar mezhepsel çizgilerle yeniden üretildiğinde, yeni kuşakların “karma kimlikler” geliştirme olasılığı ortadan kalkar. İnsanlar, kendi mezheplerine ait olmayan herhangi bir kolektif yapıda yer almaktan çekinir hâle gelir. Bu da hem ortak bir kamu fikrini hem de kolektif aidiyetin oluşmasını engeller. Mezhepçi bir devlet gerçek anlamda bir "Cumhuriyet" olamaz.”

Biz Kıbrıs’ta yıllardan beri tam da bunu yaşıyoruz. Tıpkı Lübnan gibi, yurttaşlık haklarını din eksenli cemaat kimliği belirliyor. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşunda cemaat mantığı o kadar ağır basıyordu ki, yurttaşların birlikte yer aldıkları kamusal bir alan oluşmadı. Ortak siyasi partiler kurulamadı, ortak eğitim sistemi olmadı. Daha doğrusu, bu türden birlikteliklerin oluşması yasaklandı. Etnik fundamentalizme varan cemaat mantığı o derece abartıldı ki, yurttaşların birbirleriyle evlenmeleri bile din değiştirme, yani bir cemaatten çıkıp diğer cemaate katılma şartına bağlandı. Karşılıklı etkileşimin önü bütünüyle kesildi ve hayatın bütün alanlarına karşıtlık damgasını vurdu.

Türkiye, Kıbrıs’ın “Lübnan” Olmasını Savunageldi!

 Bu düzenin oluşmasında, yani Kıbrıs’ın bir tür “Lübnan” olmasında Türkiye Cumhuriyeti yetkililerinin büyük sorumluluğu vardır. Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasında cemaatçi esasların belirleyici olması konusunda Türkiye ısrarlıydı ve bu anlayış maalesef günümüzde devam eden çözüm arayışlarına da yansıtılıyor.

Ya ülkenin etniklik ve din esası temelinde bölünmesi savunuluyor ya da bir tür federal devlet olacaksa, cemaatçi esaslar temelinde olması isteniyor.

İki-toplumlu, iki-bölgeli federasyonu iki ayrı vagonda yolculuk eden insanlar kümesi (cemaatler) olarak anlıyorlar.

Trende herkesin birlikte olacağı bir salon, yani, ortak bir alan olmasını istemiyorlar.  

Oysa günümüzün çağdaş, çoğulcu demokrasileri ve çok-kültürlü toplumları, yurttaşların kültürel özelliklerini yok saymamakla beraber, bu özelliklerin ötesine geçmek zorundadırlar. Yurttaşlar, etnik ve kültürel özelliklerinden bağımsız olarak aynı kamusal alanda yer alan, devlete yurttaşlık bağıyla bağlı olan ve siyaset küresine ortak-yarar anlayışıyla katılan kimseler olmak zorundadır. Kamusal alan bir iletişim ve karşılıklı etkileşim alanıdır. Oysa cemaatçi yaklaşımlar bu türden bir iletişim ve karşılıklı etkileşime kapalıdırlar.

Umudun Adı Var!

Ne iyi ki, Kıbrıs’ta cemaatçi anlayışın dışına çıkan yurttaşların sayısı giderek artıyor. Dinsel ve etnik kimliklerine sımsıkı sarılmış kapalı cemaatlerin (kabilelerin) dışına taşan, siyasal kimliklerini cemaat  kimliğiyle özdeşleştirmeyen bilinci yurttaşlar vardır.

İki cemaatin içinden çıkan ama aynı zamanda dışına taşan ve ortak değerlerde buluşan, karşılıklı etkileşime açık olan bu kesim, iki-toplumlu, iki-bölgeli ama demokratik ve çoğulcu bir federal devletin kurucu gücü olabilir.

Olmalıdır da!

Çünkü çok-etnikli federal bir devletin kurulması ve yaşatılması, yurttaşların etnik kimliklerinin dışına taşıp “biz-onlar” ayırımının katılığından kurtarılıp geçirgenliğe ve diğerkâmlığa alan açılmasıyla mümkündür. Yurttaşlar hem içinden çıktıkları topluluklara bağlılık duyacaklar, hem diğer topluluklarla istişare edebilecek konumda olmalıdırlar.

Umudun adı buradadır!

Büyük yangında Kıbrıslı Rumların yardımına koşan, diğerkamlık ve empati sergileyen yurttaşlardır umudun adı.

Bu umudu çoğaltmayı başaramazsak kapalı cemaatlerimizde (kabilelerimizde) yaşayıp gitmeye ve “öteki” cemaatle kavga etmeye mahkumuz...