‘Kabak tadlı’ tartışma

Cenk Mutluyakalı

Yaz geldi mi ‘plajlar’ karpuz kabuğu misali gündeme düşer.
‘Şeker’ değil, tam aksine ‘kabak tadı’ verir bu tartışma...
Kan ter içinde aynı gündemle senelerce didişir durur, çözüm üretemeyiz.
Plajlar topluma ‘beleş’ mi olmalı yoksa ‘paralı’ mı?
Öylesine abes ki !
Konuşmak dahi!..
Kimin ne hakkı var denizlerin de sahibi olmaya...
Tam bir ‘rant’ düzeni bu, tam bir ‘ganimet’...  ‘Peşkeş’in dik alası!

---

Ama örneğin biri çıkar ve der ki, “Yani salt plajlar bedava olsun diye gidip de hanzolarla birlikte yıkanacak değilim...”
Bin kişi de ‘aferin’ çeker buna!..
Yurdumdaki ‘sorma gir hanı’ düzene ve ‘başı boş’ yapıya ürettiğimiz en ulvi çözüm budur (!)
İyi o halde, meydanları da kiralayalım, giriş paralı olsun (!)
Sokakları da (!)
Kaldırımları da (!)
‘Tipini’ sevmediğimiz insanlarla yüzleşmeyiz böylece (!)
‘Paralı, jöleli, cilalı’
sosyeteye kalır memleket (!)
Süsümüze ket vurmasın kimse (!)

---

Birkaç senedir iki gün dahi olsa tatil için Limasol’a her kaçışımda ‘işte bu’ derim, derin bir ‘ah’la...
Bir apartman otelde, en ucuzundan bir oda kiralarsınız!..
Tam da sahil yolunun karşısında...
Sabah uyanır, onbeş adımda yolu geçer, plaja yürürsünüz, omzunuzda asılı havluyla...
Uzun uzun bir kumsal artık sizindir...
Sizinle birlikte herkesin...
Kıbrıslısı da vardır, turisti de, göçmeni de, işçisi de havalısı...
Çoluklu çocuklu, bekar, yalnız, kalabalık bir dolu insan.
Evet, insanlar vardır...
Dünya böyle bir yerdir...
Farklılıklarla birlikte yaşarsınız....
Oteller vardır ancak ‘oteller plajların da sahibi’ değildir...
Her bir insan, yürüyerek, hiçbir ‘barikat’la karşılaşmadan plaja yürür, ulaşır, serinler, kimse kimseden rahatsız olmaz...
Ortak yaşam alanındaki varlığınız, aynı gökyüzü altında buluşmanız, birlikte nefes almanız ‘medeniyet’ göstergesidir...
‘Büyük insanlık’ böyledir!..
Kimi temel ‘kurallar’ vardır ki, hepimizin güvenliğini, yaşam kalitesini, huzurunu düzenler.
İşte ‘hanzo’luk da ancak bu temel kurallar, irade, saygı ve denetimle sağlanır...
Ve zengini fakiri işçiyi patronu ayırmaz birbirinden...
‘Peşkeş’i hiç haklı kılmaz.

-----

ABDAL ile Aptal

Hepsi ‘iki harf’ neler değiştiriyor. 
Söylerken,  hele Kıbrıs ağzıyla neredeyse ‘eş’ çıkıyor sözcükler, dudaktan...
Oysa...
‘OT’ dergide ne güzel anlatmış Dücane Cündioğlu.
Abdal, (hali) değişen demektir, aptal değişmeyen; o nedenle ilki evrilir, ikincisi devrilir.
Aptal önemli olana değer verir, abdal değerli olana.
Abdal nedene bakar, aptal sonuca.
Abdal sevdiğini beğenmek, aptal ise beğendiğini sevmek ister.
Güzel deyince aptalın aklına kadın gelir, kadın deyince abdalın aklına güzel.
Aptal çoğu bulmadığı için üzülür, abdal azı bulduğu için sevinir.
Aptal çok kişiye az, abdal az kişiye çok değer verir.
Bazı abdallar aptal, bazı aptallar abdal görünür....
Niçin etrafına bakıyorsun!.. Abdal da sensin, aptal da!..

---------

haftanın notları

‘Biz Statükocuyuz’ diyen sendika başkanını okudum. Önemli bir özeleştiri, cesur bir itiraf. ‘İroni’ dediler de öyle gelmedi bana!

‘Doktor milletvekilleri’ ile hekim örgütleri ‘Güçlerimizi birleştirelim’ diyerek toplanmış. “Ortak Akıl” aranacaktır, yine!.. Şaşmaz sonuç!..

Eğer bu ‘güç birliği’ hastalar için olacaksa, çok iyi. Yok günün sonunda Meclis’e daha çok hekim göndereceksek, ne diyebilirim ki...

‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Komitesi’ için “keşke bu komite, müzakere heyeti olsaydı” yorumunu çok sevdim.

Hiçbir festivale motive olamadım bu sene...
Üstelik müzik ruhun gıdası, tam da ‘gıdasızlık’ hallerindeyim...

----------
15 Haziran Attilâ İlhan’ın yaşgünüydü. 90. yaş günü!

gözleri bir yangın başlangıcıdır 
dudakları kırmızı alarm
uğultusu şehre yayılır
sokak sokak
tutulsam korkarım
tutulmasam...

-------------

İnternet haberciliğinde ‘şok’lama

İnternet gazeteciliğinde şöyle bir aldatma var.
(Elbette tümü değil, ancak çoğunluk site böyle)
Başlık sizi ‘yanlış’ yönlendiriyor, bilerek.
Çünkü ‘tık’ avcılığı yapılıyor.
Siz tıkladıkça, bu sitelerin ‘izlenme oranı’ yükseliyor.
Daha iyi reklam pazarlıyorlar böylece...
Yani sizi ‘kandırarak’ kazanıyorlar.

“Çok okunuyoruz” diye daha çok hava atıyorlar...
Öyle de ‘habercilik’ denmez bunun adına..
Bu yöntem ‘sürdürülebilir’ değil sonuçta...
İki örnek, biri Türkiye, biri adamızdan...
- “Ahmet Necdet Sezer’den Kötü Haber” diye başlık...
Tıklıyorsunuz...
Haber şu, “Anjiyo yapılan 10. Cumhurbaşkanı’nın durumunun iyi olduğu öğrenildi.”

--

Ve bizden bir site:
“Hamitköy’de Feci Kaza - Sürücü Ağır Yaralı...”
Daha tıklamadan haberi hastaneyi arıyoruz biz, görür görmez...
- “Ayakta tedavi oldu, hiç yatmadı, taburcu ettik”, diyorlar...

--------

“Hırslı ebeveyinler çocuklarını mutsuz bir hayata zorlamaktadırlar”

Yarışmacı sınavlar, etüdler ve özel derslerin eziyetinde ‘çocukluğu çalınan’ yavrularımız!..
Bu dert sadece bizim değilmiş !.. 
Kolej sınavları ile ilgili “Bu Canavar” başlıklı bir köşe yazmıştım.
Çok iyi de geri dönüş aldım.
Halil Adal mail gönderdi, “The Guardian’da senin yazın benzeri bir makale var, bugün”…
“Hırslı ebeveyinler çocuklarını mutsuz bir hayata zorlamaktadırlar” başlığın kullanmış, George Monbiot yazısına…
Şu soruyu yöneltiyor: Oyun zamanı bitti, ama oyun zamanı hiç başladı mı?
290 sterlin ücretle meselenin ‘kreş danışmanlığı’na kadar indiğini anlatıyor.
New York’da saatte 450 dolar ücret alan ‘oyun günü danışmanları’ örneğini veriyor, küçük çocuklara sosyal beceriler öğreterek elit okullara gidebilmelerine yardımcı oluyorlarmış...
- “O kadar yorgun ki artık çocuklar, gençler, o kadar bitkin ki, kendilerine dayatılan onca kurs, ders, sınav karşısında ağzını açmaya korkuyorlar…”
Ve sonuç:
“Bebeklikten iş hayatına kadar çocukluğu ret, sevgiyi ret...  Zevk alarak, neşeyle yaşanan bir hayat yerine anlamsız bir gaye, bir hedef uğruna yaşanan bir hayat. İngiltere’de mental rahatsızlığı olan çocukların sayısı yüzde elli arttı.”
Ya bizde?