Mihalakis SAVVİDİS
(Değerli araştırmacı yazar Mihalakis Savvidis, Rumca olarak kaleme almış olduğu “İklim: Kültürü biçimlendiren görünmez el” başlıklı yazısını, ricamız üzerine İngilizce’ye çevirdi, biz de bu değerli yazıyı okurlarımız için Türkçeleştirdik. Kendisine teşekkürlerimizle, paylaşıyoruz. S.U.
Pek çoğumuz sınırları aşıp kıtalarda yolculuk yaptı, farklı kültürleri, gelenekleri ve yaşam biçimlerini ilk elden deneyimledi… Ancak dünya halkları arasındaki bu varyasyonların izahatı gerçekte nedir? Görünen odur ki yanıt sürpriz derecede basittir: İklim…
Çalışma saatleri gibi temel birşeyden başlayalım… Daha sıcak iklimlerde, öğle saatlerinde siesta, ortak bir uygulamadır – bu, daha serin sabah saatleriyle geç ikinci vakti arasında işgününü paylaştırma adaptasyonudur, böylece yoğun öğle saatleri güneşinden kaçınılmaktadır.
MİMARİ DE İKLİMİN İMZASINI TAŞIYOR…
Mimari de iklimin imzasını taşımaktadır. Güneşin pişirdiği Lefkoşa’da geleneksel evler, yüksek tavanlara sahip olacak şekilde dizayn edilmişti, böylece sıcak havanın yükselmesine fırsat veriliyor ve büyük, panjurlu pencereler de Omorfo Körfezi’nden gelen serinletici esintileri yakalayabiliyordu.
Bunun tam tersine dağlık bölgelerde evler zemine yakın biçimde inşa ediliyor, pencereleri küçük ve tavanları da sıcaklık vermesi için çamurdan/topraktan oluşuyordu… Bu arada Sahra’nın sert çöllerinde de evler tıpkı arı peteklerini andıracak biçimde yapılıyor, açık sokaklar olmayacak şekilde, birbirine sıkı sıkya bağlı olarak yapılmaktaydı – bu şekilde yaşayanlar acımasız güneş ve kumdan korunmaktaydı. Buna örnek olarak Libya’nın Gadames kenti gösterilebilinir. (***)
NEYİ, NE ZAMAN YİYECEĞİMİZİ DE ETKİLİYOR…
İklim ayrıca neyi, ne zaman yiyeceğimizi de etkilemektedir. Sıcak ülkelerde, akşam yemeği gecenin ilerleyen saatlerinde yenmektedir. Daha soğuk kuzey iklimlerinde ise, akşam yemekleri daha erken, çoğunlukla güneş batmadan önce yenmektedir. Beslenmeyle ilgili alışkanlıklar da bunları izlemektedir. Kuzeyde et ve yağ bakımından zengin beslenme, insanların vücutlarında yalıtım sağlayan yağ üretmelerine yardımcı olmaktadır. Böylesi bir korumaya ihtiyaç duyulmayan Akdeniz bölgesinde ise yemekler daha çok sebze, meyva ve bakliyata dayanmaktadır. Doğa da kendi rolünü oynuyor – kuzeyde yetişen böğürtlenler C vitamini bakımından çok zengin olup soğuk algınlığına dayanıklılığı arttırırken, güneyde ise sıcakla mücadele için karpuz, kavun ve üzüm gibi susuzluğu giderici meyveler bulunmaktadır.
GİYSİLER DE İKLİMİN ETKİSİNDE…
Giysiler de iklime doğrudan bir yanıt gibidir… Arap dünyasında giyilen “galabeya” (“celabiye”) yalnızca geleneksel bir kıyafet değildir – fonksiyonel bir kıyafettir bu, havanın vücudun çevresinde serbestçe dolaşımına izin veren bir kıyafettir. Kefiye veya eşarp gibi baş örtüleri de ikili bir amaca hizmet eder: Hem sıcaktan, hem de çöllerdeki kum fırtınalarından korunmaya yarar…
İki bin yıldan fazla süreyle Kıbrıs’ta insanlar uzun dizlikler, bol giysiler giydiler ve aşırı sıcakla başa çıkmak için başlarına sardıkları başörtüleri bulunmaktaydı… Kıbrıslıtürkler daha çok beyaz renk giyerken, Kıbrıslırumlar da siyah renk giymekteydiler – 1878 yılında John Thomson’un çektiği fotoğraflarda da bunlar görülebiliyor…
İKLİMİN DAYATTIĞI GİYSİLER…
Dinin öngördüğü giysiler, çoğu zaman tümüyle ruhani olarak addedilir oysa orijinlerinde pratik olma hali vardır. Zaman içerisinde iklim tarafından zorunlu hale gelen gelenekleri kendilerine göre kodlamışlardır. Tekrardan Kıbrıs’a bakalım: Kıbrıs’ta beslenmenin üç ana unsuru vardır: Zeytin, buğday ve üzüm – bunlar yalnızca yağmur yağdığında doğal biçimde büyürler… Oysa Hristiyanlık bu üç öğeyi kendi rütüellerine katmıştır: Ekmek ve Kutsal Komünyon için şarap, vatiz ve hastalara kutsal yağ sürme (meshetme) için zeytinyağı… Kiliselerin dekorasyonundaki ikonalarda bile bu semboller yer almaktadır.
İslam’da başörtüsü, bir otorite sembolü olarak sonraları kurumsallaştırıldı ancak daha önce varolan kültürel normlara bakacak olursak zaten hem kadınlar, hem de erkekler, yüzlerini kapatan örtüler takmaktaydılar.
ÇÖLDEKİ TUAREG KAVİMİ…
Bazı gelenekler, Batılı varsayımları yerden yere vuruyor. Bunlar arasında Batı Afrika’da anaerkil bir çöl kavimi olan Tuareg’ler vardır – burada erkekler peçe örtmektedir yüzlerine, kadınlar ise örtünmemektedir. Tuareg kaviminden erkekler, yüzlerini ancak yakın akrabalarının yanında açmaktadır.
Günümüzde Batı’da pek çok kişi, başörtüsü gibi giysileri bir baskı sembolü olarak algılıyor ve bunlardan rahatsızlık duyuyor veya bunlarla alay ediyor. Ancak bu, kendi kültürel bakışımızı yansıtmaktadır. Bizler Kıbrıs’ta doğduk tesadüfen ve burada başka gelenekler geçerliydi – ve onlar dahi Batı modası lehine, büyük oranda terkedilmiştir…
Görünen odur ki iklim yalnızca manzaramızı biçimlendirmemiştir. Evlerimizi şekillendirmiştir, yemeklerimizi, giysilerimizi ve hatta dini pratiklerimizi dahi biçimlendiren iklim olmuştur. Bu, insan kültürünün dokusuna işlenmiş, sessiz ve kalıcı bir güçtür…
OKURLARIMIZA NOT: (***) Vikipedia’dan: “Gadames (Gıdames ya da Gıdamis olarak da bilinir, Berber dilleri: Ghdames; Libya Arapçası: ġdāməs), Libya'da bulunan bir vaha yerleşim yeridir. Trablus'un 549 km kadar güneybatısında Cezayir ve Tunus sınırına yakın bir konumda yer almaktadır.
Vaha'da yaklaşık 7000 (1980 verisi) Tuareg Berberisisi bulunmaktadır. Kasabanın tarihi merkezi olan ve topraktan yapılmış üstü kapalı evler ve sokaklar yine tarihi bir duvarla çevrilidir ve UNESCO tarafından Dünya Mirası listesine dahil edilmiştir.
Dünya Miras Listesindeki tanımlamayla, Araplar'ca, çölün incisi olarak da adlandırılan, Ghademes, Bölgedeki en eski pre-Saharan şehirlerinden biri ve geleneksel yerleşimin en önemli örneklerinden biridir.Mimari yapısının en temel özelliği düşey düzlemde olan yerleşim biçimidir. Evler 2 veya 3 kattan oluşmaktadır. Zemin katlar malzeme ve erzak depolamak için kullanılırken diğer bir kat aile için kullanılır, üstü kapalı olan sokaklar neredeyse yer altı şehirlerini andıran bir atmosfer yaratır ve evlerin terasları ise daha çok kadınların komşularıyla olan ilişkileri de dahil diğer ev işi aktiviteleri için kullanılmaktadır.”
(Mihalakis Savvidis’in yazısını derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
1878'de John Thomson'un Lefkoşa'da çektiği bir fotoğrafta, sıcaktan korunmak için giyilen giysiler görülüyor insanların üzerinde...
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR KİTAPLAR…
“Mutfağımdan yazıyorum: Hikâye anlatıcılığı, yemek ve hafıza…”
Yahya DOĞAN/K24
Çaya batırılan madlenin bir eserin tetikleyicisi olduğunu hatırlayıp da büyülenmemek mümkün mü? Yemek davetleri, soslar, çay ya da madlen bir kitabın satır aralarında dolanırken hafızanın taşıyıcısı olur. Kek bir zaman kapsülü gibi işler. Kekin ağızda dağılması, beynin ve zamanın kıvrımlarında dolanması arasında yakından bir ilişki vardır. Lokmalar ve cümleler nasıl da hazza dönüşür!
Gülhan Davarcı, Unutma Bizi Dolması adlı kitabındaki öykülerinde mutfağı bir yazma konumu olarak belirler. Mutfak sevgisine yapılan bir atıf öykülere kaynaklık etme noktasında belirleyici olmuştur. Öykülerin her biri gizli kalmış bir insan hikâyesini, bir duyguyu açığa çıkarır. Her bir insanın öyküsü edebiyat ve mutfak aracılığıyla tanık olunduğunda unutulmayacak tadıyla saklı bir lezzettir aslında. Bu bakımdan “Üzüm Bayramının Hüznü” bu dikkatle okunmaya değer. Torunun ağzından anneannesinin çocukluğundan beri hiç değişmeyen görüntüsü okura geçer: “Tezgâhın önünde sürekli bir şeyler yıkar, doğrar, pişirirdi.” (s. 33) Öykü ilerledikçe bu görüntü, yani büyükannenin anlatıcıdaki hatıraları gün yüzüne çıkar. Öykü bakır tencerede nohutların çıtırdamasıyla açılır. 15 Ağustos hem Üzüm Bayramı hem de yaya, yani büyükannenin hazırladığı son yemek günüdür. Her Üzüm Bayramı’nda hatırlanacak olan yayanın ölmeden önce gizli kalan hikâyesini anlatıcıdan öğreniriz. Mutfaktan hiç çıkmayan bir kadındır o. Mutfakta kendi yarattığı dünyasındadır hep. Yaşama sihrini mutfağından alan bir büyücüye benzer. Bu gibi görüntüler anlatıcının büyükanneye dair çocukluk anılarından taşıp öykünün yapısını meydana getirir. Yayasında yatıya kaldığı, pişirdiği yemekleri yediği ve kaynayan su eşliğinde yayanın omuzlarında huzur bulduğu bir yığın geçmiş izlenimleri okuruz. Sonra anlatıcının yetişkinliğiyle beraber artık yayanın evinden uzaklaştığını okuruz. Kendi evine yerleşmesiyle birlikte çocukluğunda zamanının çoğunu geçirdiği yayanın evinden ve onun mutfağından uzaklaşır. Ne var ki, anlatıcı yetişkinliğe, kendine ait bir hayat evresine geçtiği zaman bile yayanın görüntüsü hiç değişmez.
Hem yayanın vefat etmesi hem de anlatıcının artık yetişkin olmasından dolayı bir uzaklık ve tam da burada gizli kalmış bir hikâyeyi ıskalamış olmanın getirdiği pişmanlık vardır. Anlatıcı esas olarak buradan sonra tanır büyükanneyi. Cenazeden sonra yayanın mutfağının bir köşesinde okuduğu Mutfak Çıkmazı kitabını bitirir. Roman karakterinin durumuyla büyükannenin kendi çıkmazıyla örtüşmesi umulur.
Romanın ana karakteri İlyas Divitoğlu ile hayatında bir paralellik mi kurmuştu yayam, onun gibi mutsuzluğundan kaçmaya çalışırken kendini başka bir çıkmazda bulmuş olabilir miydi? (s. 38)
Daha sonra anlatıcı yıllar sonra çocukluk arkadaşıyla karşılaşır. Bir yerde oturup geçmiş günlerden bahsederken arkadaşı Artin’in büyükbabası ile büyükannesinin eşinden daha önce bir gönül macerası olduğu ve kendi büyükbabasının ölümünden sonra da gençliklerinde yaşanan bu maceranın bir dönem daha devam ettiğini öğrenir. Artin gençlik fotoğraflarını gösterir. Bunun üzerine anlatıcı aslında yayasını aslında hiç tanımadığını düşünür. Anlatıcının büyükanneyi çocukluğunda tanıdığı haliyle kendini mutfağa kapatan, yemek kitaplarını karıştırıp yeni tarifler deneyen, buzdolabını silen kadın olarak değil, başka bir yönüyle tanımış olur.
“Yayam beni, hikâyesini anlatacak kadar yakın görmemiş miydi kendisine? Neden? Belki de suç bendeydi. Hayatın katmanları arasında sürekli yolculuk edip keşfedilmemiş anlamların izini süren ben, onun dünyasını keşfetmeye yeltenmemiştim. Hiç soru sormamıştım ona, hiç merak etmemiştim kalbini, yaşarken çıkmazından kaçmak için sığındığı o mutfağa, hikâyesini hiç merak etmeyerek zihnimde bir kez de ben hapsetmiştim onu. Defalarca özür diledim.
(…) Oysa Üzüm Bayramları, benim için artık tescilli bir hüzün günü. Sadece yayamı kaybettiğim için değil, onunla birlikte, gün yüzüne çıkmamış bir hikâyeyi de gömdüğüm, bilmediğim bir dünyayı yakalama şansımı kaybettiğim için de.” (s. 40)
Bunca zaman tanıdığını zannettiği kişiyi aslında hiç tanımamıştır. Sürekli mutfakta olma hali büyükannenin gerçekten bir iç dünyası olma ihtimalini ve açığa çıkmasını engeller. Diğer taraftan edebi düzlemde ise mutfak sayesinde okur çok şey öğrenir. Yayanın gençlik öyküsünü mutfak gizler. Anlatıcı için Ermenicenin soğanı ve tarçını bol mutfak kokması bu sebepledir. Diğer taraftan mutfakla inanç ve kültür de iç içedir. Anlatıcının büyükannesinin esas hikâyesini yaşarken bilmemesi, onun biricik hikâyesine kayıtsızlığı derin bir pişmanlığa yol açar. Bundan sonra Üzüm Bayramı dinî bayramdan öte doğrudan büyükannenin hikâyesini çağrıştırır. Konuşulan dil büyükannenin mutfağından etrafa saçılan kokuyla var olur. Fokurdayan su, tıkırdayan tencere başka bir işleve bürünüp doğrudan yayanın ıskalanan hikâyesini akla getirecektir.
“MUTFAK SADECE YEMEK PİŞİRİLEN YER DEĞİLDİ…”
“Çilekıran Lokma” öyküsüne bakıldığında Mevleviliğin mutfak ve yemek pişirme ekseninde şekillenen kültürel boyutu dikkat çekicidir. “Mutfak sadece yemek pişirilen yer değildi dergâhta. (…) Yemeklerle birlikte binbir gün nefisler de pişer, böylece benlik denen çiğlikten sıyrılırdı kişi; ikrar vermek denirdi buna. (s. 102) Mutfağı temizlemek, kahve pişirmek, bulaşık yıkayıp şerbet yapmak gibi işler dervişin nefis terbiyesinde yerine getirmesi gereken görevler arasında. Her derviş bu şekilde çeşitli aşamalardan geçer, sofrada oturduklarında hepsi tek bir beden gibi hareket eder. Anlatıcının kendinden geçerek yediği lokma onu nefis karşısında olgunlaşma yolunda başarısızlığa uğratır. Yemek pişirmek, lokma yemek de tıpkı söz söylemenin belli bir olgunlaşma sürecini gerektirmesine benzer. Bu öyküdeki mutfak ya da bir başka öyküdeki patates, diğerinde üzüm, peynir, balık, dolma vs. sadece işaret ettikleriyle sınırlı kalmadan dönüşüme uğrarlar….
“YENİ BİR YAZIN DOĞACAK…”
Gülhan Davarcı’nın öykülerinde mutfak ve yemekle ilgili diğer unsurlar çok daha geniş bir alanda hareket eder. Davarcı kitabını ailesindeki kadınlara ithaf ederek mutfak sevgisinde onların payı olduğundan bahseder. Öbür sayfadaki alıntıysa mutfak öykücülüğü manifestosu gibidir: “… utanıp sıkılmadan evden, aşktan, mutfaktan, yaşamdan söz eden yeni yazın doğacak.” Bu alıntı mutfağın ne gibi çeşitli kullanımları içerdiğine ve neleri dönüştürdüğüne dair ipucu saklayabilir…
“Çilekıran Lokma” öyküsünde olduğu gibi yemek pişirmenin ve mutfakla ilgili işlerin imlediği Mevlevilik doğrultusunda benliğin de pişmesini anlatır. Yemeğin pişmesi, benliğin olgunlaşması ve hikâyenin kıvama gelmesi aynı düzlemdedir. Hikâye anlatmak için yeterli olgunluğa ulaşmanın yolu mutfakta pişmekten geçer. Öykü kişilerinin dervişler olup, kadın anlatıcının yer almaması mutfağın çok daha farklı bağlamlarda kullanıldığının işaretidir. Bir dervişin, dünyayla manevi anlamda başka türlü ilişki kurmaya çalışan birisinin öyküsüdür okuduğumuz. Lokma denen yemeği ağzında çiğnerken, onun haz dolu ağız ve çene hareketlerini okurken, sadece yemek yemeği değil, onun kendilik mücadelesini de okuruz. Lokma çiğnemenin bildik dünyayı aşan başka türlü çağrışımları vardır. Kendini haz dolu çiğneyişe bırakarak karanlık tarafıyla yüzleşir.
“YAYANIN BİLİNMEYEN DÜNYASI…”
“Üzüm Bayramı’nın Hüznü” öyküsünde anlatıcı kız torunun bakışından büyükanne merkezde olacak şekilde onun hikâyesi aktarılır. Anlatıcının çocukluk günlerindeki yayanın görüntüsünden çekip çıkarılanlar şöyledir: büyücü gibi yemek tarifleri okuyup bir şeyler yıkar, doğrar, pişirir. Bir tek uyuduğu vakit mutfaktan çıkar. Yemek tariflerini yazdığı defter, bilmediği bir dilin kutsal metni gibi. Bu görüntüler aslında yayanın bilinmeyen dünyasını daha ilgi çekici kılar. Mutfak, yayanın ıskalanan ama özünde büyük bir merak yöneltilmesi gereken yaşamının bilinmezliğini artırır. Yayanın dünyayla olan bağlarına farklı bir boyut katar. Yaya, bayramlarda hazırladığı yemeklerle aile üyelerini bir masada toplardı ve bu şekilde aile bireylerinin hayatlarında büyük bir boşluğu doldururdu. Bir inancın, kültürün ve ritüelin parçası olmak kendilerine iyi hissettirirdi…
Yaya rutin içinde yemek hazırlar, sonra belli rutinin içinde toplanıp o yemekler yenir ve böylece hem kendisi hem de aile üyeleri adına bağlar kurmanın üstlenicisi olur. Nasıl kendisini kendi hikâyesinin yıpranma payından korunmak için mutfağa verirse, aile üyelerinin gözünde bir soluklanma alanı olur. Farklı bir tür estetik alanı yaratır o masa etrafında toplanma. Toplanıldığı anda dünya üzerindeki çirkinlikten uzaklaştırmaya yarar. Mutfak uğraşı sanatsal kaygıya benzer bu açıdan. Mutfak, yemek masası, yemek tarifleri, hepsi bütün olarak dünyanın çirkinliğini askıya alır.
Sonuç olarak Unutma Bizi Dolması öykülerindeki gastronomik unsurlar, gündelik hayatın içinde yer alan nesneler, tatlar olmasına rağmen öyküye dahil olduklarında başka bir işleve bürünürler. Her biri insan hikâyelerinin farklı bir yönünü çeşitlendirir ve onları daha uzun süre hafızada kalıcı duruma getirmeye yarar. Nostalji duygusu, insan ilişkilerinin hassas dengesi, kırılgan yapısı, duygularını yoğun olarak hisseden kişileri, öykülerin ortak noktasıdır. Her bir öykü tadı ve kokusu olan nesnelerle dolu. Bunlar çoğunlukla öykülerde daha kalıcı ve buruk bir tat bırakırlar. Geçip giden zamana direnmenin ve kalıcı olmanın bir yolu olarak tadı ve kokusu olan nesneler Davarcı’nın öykülerinde hafızaya hizmet ederler. Gelip geçen zamana rağmen hep burunda tüten kişiler, sofralar, gezmeler ve yüzler mevcuttur. Her seferinde farklı bir tarif dener gibi bu bakış açıları öykülerde türlü kişilerin gözünden aktarılır. Geçmişte kalan kişilerin, olayların, yerlerin, farklı farklı gözlerde nasıl yaşamaya devam ettiği görülür. Bir kokunun, tadın geçmişi nasıl kristalleştirdiğinin örnekleridir. Nezihe Meriç öykücülüğü de mutfağı kullanır ve bu özellik Gülhan Davarcı’nın öykülerini ona yaklaştırır, ancak Davarcı kimi öykülerinde kadınların kendi alanını mesele edinirken, kimi öyküler daha çeşitli bağlam ve meseleler kazanır. Yokluğuyla hiç akıldan çıkmayacak insanlar ve özlemin buruk tadı farklı bakışlarda karşılık bulur. Belki de geçici olanı elle tutulabilir hale getirdiği içindir ki, koku ve tadı olan şeyler geride kalanları yaşatmaya devam ederler.
https://www.k24kitap.org/mutfagimdan-yaziyorum-hikaye-anlaticiligi-yemek-ve-hafiza-5293
(K24 – Yahya DOĞAN – 31.7.2025)