Hissizlik, Huzursuzluk ve İnsanlık

İpek Borman

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali tüm dengeleri ama en çok da insanlığın dengesinin altüst etmiş durumda. Özellikle Uluslararası İlişkiler alanında çalışan, okuyan, fikir geliştirip analiz etme uğraşında olanlar fazlasıyla zorlayıcı bir süreçle karşı karşıya.

Geleneksel ve daha ziyade gerçekçi bir yaklaşımla uluslararası ilişkileri anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyorsanız bu zorluğu bir ölçüde aşabilirsiniz, çünkü devleti merkeze alan stratejik bir değerlendirmeyle güç dengelerini, güvenlik ve güvensizlik algılayışlarını, ihtiyaçlarını ve çıkarlarını daha rahat ortaya serebileceğiniz bir alana sahipsiniz.

Bu, elbette, göreceli bir rahatlık ve büyük oranda dünya görüşünüzle, dünyaya ve dünyada olup bitenlere hangi gözlükle, hangi açıdan bakmaya tercih ettiğinizle alakalı bir konu. Örneğin, Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden bu yana, ardılı Rusya Federasyonu’nun sistemik konumlanması, Amerikan hegemonyası, NATO’nun genişlemesi, Ukrayna’nın bir ulus-devlet olarak yapılanması, Doğu-Batı eksenindeki güç dengeleri, Çin’in stratejik bir aktör olarak yükselişi, Avrupa’nın güvenliği, Transatlantik ilişkilerin geleceği, AB’nin güvenlik ve savunma alanındaki özerkliği veya genişlemesi gibi konuları eksene alarak Ukrayna krizini ‘ciddi’ ve ‘kayda değer’ bir analiz çerçevesinde yorumlayabilirsiniz. Ama eleştirel bir güvenlik yaklaşımına sahipseniz, çok daha ‘idealist’ (veya ütopik) ve ‘naif’ bir analizde bulunma potansiyeliniz yüksektir. Uluslararası ilişkilere bir satranç tahtası olarak bakanlar açısından da elbette insan odaklı konular ve sorunlar dikkate değer kabul edilebilir, ancak ‘meselenin özü’nü gözden kaçırmamak şartıyla.

Meselenin özü nedir? Devletin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve güvenliği? Stratejik çıkarlar? Güç dengeleri? Doğal kaynaklar? Enerji güvenliği? Ekonomik dengeler? Ticaretin geçiş yolları? Arz-talep dengesi veya güvenliği? Denizde egemenlik? Mutlak egemenlik? Askeri ve savunma alandaki güç? Nüfuz alanları mı? İttifaklar mı? İşbirliği mi? Ekonomik işbirliği mi siyasi işbirliği mi? Hangisi? Yoksa hepsi mi?

***

Maksym, Artem ve Kiril’in karşısında durmuş, Küresel Siyasete Giriş dersinde Uluslararası İlişkiler’deki farklı kuramsal yaklaşımları anlatırken bunları düşünürken buldum kendimi. Birden anlattıklarımı sorgularken, büyük bir mahcubiyet duygusuyla da sarmalanmış durumda buldum kendimi. Dakikalar öncesinde, adlarını okurken ‘Acaba nereden geliyorlar?’ diye düşünüp soruvermiştim. ‘Ukrayna’ dediklerinde, ‘Ah! Nasılsınız? İyi misiniz? Aileleriniz nasıl?’ diye sorularımı peş peşe sıraladığımdan beridir aslında dengemi kaybetmiştim. Karşımda savaştan çıkıp gelmiş, geride kalan ailelerini ve ülkelerini neyin beklediğini bilmeden oturan, oğlumdan sadece 3 yaş büyük olan bu çocuklara küresel siyaseti, aktörlerini, konularını ve dinamiklerini anlatmaya çalışıyordum.

O an birden konuştuklarımın ne kadar anlamsız olduğunu düşündüm, durup etrafıma bakınca daha da büyük bir çaresizliğe doğru itildiğimi hissettim. Evet, Ukrayna’da sıcak bir savaş yaşanmakta olduğu için Maksym, Artem ve Kiril’e nasıl olduklarını sormuştum, ama Irak’tan Alfarooq’a, Kongo’dan Blondelle’e, Nijerya’dan Mohammed’e ve Beverly’e, Svaziland’dan Neliswa’ya, Tanzanya’dan Nadir’e, Sudan’dan Omer’e, Pakistan’dan Imran’a sormamıştım. Daha önce girdiğim derste KKTC’den Zeynep’e de sormamıştım, Türkiye’den gelen Esma’ya, İran’dan gelen Moein’e de… Geldikleri ülkede geride bıraktıkları aileleri ve ortamları nasıl? İyiler mi? Kim bilir her biri kendi ülkelerinde nasıl zorluklarla baş ediyorlar, her şeye rağmen buralara kadar gelip eğitim almaya çalışıyorlar. Peki burada onları nasıl zorluklar bekliyor? ‘Üniversite cenneti’ ülkemizde nelerle mücadele edip, nelere maruz kalıyorlar?

Neyse ki kendimi toparlayıp dersi bitirebildim. Ama, fark ettim ki, o anlarda beni bir girdabın içine alarak neredeyse varoluşsal bir sorgulamaya iten bir huzursuzluk haliyle belirli bir zamandır yaşıyorum zaten. Her alanda, her düzeyde, her ölçekte çatışmalar, savaşlar, krizler – ekolojik, sosyal, ekonomik, siyasi krizler – hayatlarımızın sıradan birer parçası olmuşlar. Bazılarına halen canımız yanıyor, bazılarına karşı ise duyarsızlaşmışız. Bazı yerlerdekini bilinçli ve bilinçsiz olarak hissetmiyor, görmüyor, duymuyoruz bile. Süregelen bir çatışmanın tam ortasında yaşayan ve bunu bile büyük ölçüde normalleştirmiş insanlar olarak belki de doğal bu hissizliğimiz…

Adil bir dünya düzeninde yaşamıyoruz, sanırım en baştan bunu teslim etmek gerekiyor. Ama insanlık adına, insanın iyiliği ve özgürleşmesi adına huzursuz olmaya da devam etmek gerekiyor. Bu huzursuz devinimi ve mücadeleyi vermedikçe bu düzenin değişmesini bekleyemeyeceğimizi görmek gerekiyor. Huzursuzluğumuz perçinlenecek ki hissizliğimiz azalsın; insan gibi, insan odaklı bir şekilde dünyaya ve dünyada olup bitenlere bakabilelim.

***

Rusya’nın Uyrayna’yı işgaline dönecek olursak, yine büyük bir insanlık dramı yaşanıyor. Yakın bir geçmişte Suriye ve Afganistan’da olduğu gibi. Geleneksel bir yaklaşımla baktığımızda bile, güvenlik adına bir devletin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve güvenliği yerle bir edildiğini görüyoruz. Özünde ise, insanlar büyük bir korku ve travmaya maruz kalarak, evlerinden ve yaşamlarından oluyor, kaçarak başka ülkelere, daha güvenli yerlere sığınmak zorunda kalıyor, çocuklar çocukluklarını, gençler gençliklerini, insanlar insanlıklarını kaybediyor, insanlar ölüyorlar.

Tıpkı bir zamanlar bu adada yaşananlar gibi. Diyorlar ki Ukrayna krizi ‘güvenlik ve garantiler’in, ‘devletin bağımsızlığı ve egemenliği’nin önemini gösterdi. Diyorlar ki dünyadaki dengeler gibi Doğu Akdeniz’deki dengeler de değişti, Kıbrıs sorunu yeniden merkeze oturabilir, hatta çözüm bile zorlanabilir. Bu bakış açısıyla çeşitli görüşler ve karşıt görüşler ortaya koymak elbette mümkün. Pek tabii ki ortaya koyalım, tartışalım, hissizliğe karşı dövünüp devinelim ve huzursuzlaşalım. Ancak, meselenin özünü de gözden kaçırmayalım.

Meselenin özü, insan… Ukrayna’da insan, Afganistan’da insan, Nijerya’da insan, Kıbrıs’ta insan, Kıbrıs’ın kuzeyinde insan.