Hayır, hayır demektir! Bunu anlamayan kelektir…

Aslı Murat

 

Burcu Okumuş’un Mağusa’da öldürüldüğü kadın cinayeti davasında, kocası Özgür Okumuş’a müebbet hapis cezası verildiğinde, katillerin uzağımızda değil evimizin içinde olduğunu söylemiştim. Erkek şiddetine dair yapılan birçok araştırma sonucu da bize bunu gösteriyor. Kadına yönelik şiddetin yoğun olarak, yakın ilişkide bulunulan erkekler tarafından yaşatıldığı ortaya çıkıyor. Tabi ki bunun dışında var olan, tanışıklığın olmadığı durumlar da var. Ama çoğunlukla bir alâkanın varlığından bahsetmek mümkün.  Neden mi? Çünkü şiddetin temelinde, kadın bedeninin ve hayatının kontrol altında tutulmak istenmesi var. Bunun için de masum görülebilecek gerekçeler sunulur; “aşk, kıskançlık, namus, ayrılığı kabullenemeyen sevgi” vb. Tüm sayılanlar, şiddetin yıkıcı yanını saklamaya dönük yalanlar ve kadının kendi hayatına dair karar verebilen bir canlı olduğunun kabullenilmemesinden kaynaklanan eşitliği sindirememiş düşüncelerdir.

Birbirinden çok farklı hikâyeler anlatılsa da, aslında tüm kadına yönelik şiddet anlatılarında ortak noktalar vardır. Kadınların hayatları ve kararları; babaları, abileri, erkek yeğenleri, amcaları, dayıları ve en çok da sevgilileri (kocaları) tarafından kontrol ediliyor. Bizim gibi modern koşullarda yaşadığını iddia eden toplumlarda, bu sistem daha sinsi bir şekilde ilerliyor. Bu satırları okuyanlar, Kıbrıs’ta bu gibi olayların yaşanmadığını, cinsiyetler arasında eşitliğin olduğunu, her kadının özgür bir şekilde hayatını idame ettirdiğini söyleyecektir. İşte tam da bu yüzden daha uyanık olmak gerekir. Çünkü tüm dünyada egemen olan ataerkil kültür, bizde de vardır ama daha örtülü bir şekilde işletilmektedir. Kadınların siyasette adil bir şekilde yer alamamasını bu alana ilgi duymadıkları, herhangi bir yönetici pozisyonunda eşit sayıda yer bulamamasını (eğer anne ise) çocuklarına daha fazla zaman ayırmak istemesi, hamile olduğunda işi bırakmasını “annelik içgüdüsü ağır bastığı”, bir konuda erkeklerin karşısında sözünü sakınmadan söylemesini cadılık şeklinde tanımlamak bunu açıklamaya yeter. Kısacası bizdeki ataerki, halı altından ve örtük bir şekilde hayatlarımıza sızmaktadır. Bu gibi örnekleri abartı bulanlar, ayrıca yasaların da cinsiyetler arasındaki eşitliği sağlamak konusunda eksiksiz olduğunu savunacaktır. İşte o noktada, toplumsal düzeni oluşturan kuralların sadece yazılı yasalardan ibaret olmadığını bilmeli, sözlü yasalar denilen “gelenek ve göreneklerin – toplumsal zihniyetin” de tartışılması gerektiğini söylemeliyiz.

Mevzuatımızın bir parçası hâline getirilen ve Anayasa gereği kanunlarla eş değerde olup anayasaya aykırılığı iddia edilemeyen İstanbul Sözleşmesi, 2011 yılında Meclis’ten geçirildi. Bu metnin şiddete ilişkin ortaya koyduğu en önemli nokta; kadın ve kız çocuklarına karşı oluşacak şiddetin temelinde eşitsizliğin yatmasıdır. Yani ülkede erkek şiddeti varsa, hâlâ eşitliğin yakalanamadığını söylemek mümkün. Geçtiğimiz 7 yılda, sözleşmenin gerekliliklerinin çok azını gerçekleştirilebildik. Oy birliği ile, süs olsun diye kabul edilen uluslararası insan hakları sözleşmelerine bir yenisi daha ekledik. Bu konuda atılan en önemli adımlar, 2014 yılında Ceza Yasası’ndaki cinsel suçlara ilişkin yapılan değişiklikler ve 2015 yılında yenilenen Aile Yasası’dır. Konu ile ilgili hareket edecek tüm paydaşları bir araya getirecek Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Dairesi de idarenin dile getirdiği üzere, teknik eksiklikten ötürü işlevsel hâle getirilememiştir. Ayrıca kadına yönelik şiddete ilişkin düzenlemeleri içerecek özel bir yasanın eksikliği de hissedilmektedir.

Gün geçtikçe daha fazla şiddet olayı ile karşılaşır olduk. Bu da beraberinde korku ve tedirginliği getirdi. Sokak ortasında, akşam saatlerinde veya evimizin içinde şiddete maruz kalmaya devam ettik. En son Çatalköy’de ikamet eden bir kadın, eski sevgilisi tarafından tecavüze uğradı. Basına yansıyan ifadeler, aslında meselenin ne denli kritik olduğunu gösteriyor. Zanlı Y. T. : “Söyleyecek bir şeyim yok. istemiyorum, yapma etme laflarını söylerken gerçek anlamda olduğunu düşünmedim. Beni seviyor sandım” diyerek, erkek şiddetini tüm bileşenleri ile önümüze serdi. Bunlardan birincisi eski sevgilinin bir türlü eskiyememesi ve aslında her istenildiğinde birlikte olunmasının makbul olması (yani kadının reddedebilme ihtimali bile yok), ikincisi ise kadının rızasının aslında beyan ettiği gibi olmadığını varsaymaya cüret etmek. Her iki düşünce tarzı da, kadınların kendi bedeni ve iradesi üzerinde söz sahibi olma hakkını elinden almaktadır. Bu gibi davranışların kolayca sergilenememesi ve haddini aşar bir şekilde Mahkeme salonunda söylenilememesi için devletin üzerine düşen en büyük sorumluluk, erkekliğin elindeki gücün yıkıcı etkisini ortadan kaldırmaktır.

Tüm yasal yenilikler yanında, zihniyete dönük çalışmalar da yapılmalıdır. Herhangi bir kimse bu ülkenin sınırlarından içeriye girdiği anda (ister vatandaş ister turist isterse başka bir statüde ikamet ediyor olsun), kadının bu toplumda bir özne olduğunu, kadına yönelik işlenecek herhangi bir şiddet olayının gereken ağırlıkta cezaya karşılık geleceğini bilmelidir. Tüm bunlara rağmen Kıbrıslı kadınlar, devletin korumasının hiçbir zaman yeterli olmadığının da farkındadır. Hatta çoğu zaman idarenin kendisi bizi mağdur etmiştir. O yüzden yıllardır sokakları bırakmadık. Hem gecelere hem de hayatlarımıza dayanışarak sahip çıktık. Dün böyleydi yarın da böyle olacaktır. Bedenlerimiz de rızamız da bize aittir. Devlete düşen, bu mücadeleye kulak vermek ve erkek şiddetini yaşanmadan engellemektir.