HAYAT KAHRAMANI OLMAK

Neşe Yaşın

Hayat hikayelerimizi ötekilerle kurduğumuz ilişkiler belirliyor. Bizim onlarla ve onların bizle kurduğu ilişkiler ve bunların etkileşimi sözünü ettiğim. Bir bebek için anne, bir anne için bebek bile öteki. Yolculuğumuzun en başında nasıl bir aileye, nasıl bir ülkeye, nasıl bir zamana doğduğumuz hikayemizin giriş bölümünü oluşturuyor. Bir beden ve yüzle, ten rengiyle, kimlik kartımızda bizi dahil ettikleri hasbelkader içine doğduğumuz kategorilerle adım atıyoruz dünyaya. Bir gün belki durup düşünüyoruz bunlar üzerine; ben neden böyleyim, neden böyle oldum diye. İçine doğduğumuz o hikâyede bir biçimde var olmaya, hayatlarımızı sürdürmeye çalışırken gündelik akışın içinde çırpınıyoruz sadece. Kendi hikayelerimizin pasif özneleri değiliz ama. Hikayemiz ne kadar çetrefil ne kadar engellerle dolu olursa olsun onu değiştirmeye, ona başka bir yön vermeye muktediriz hepimiz. Çocukluk o yüzden en çaresiz zamanıdır insanın, hayatının başkalarının kontrolünde olduğu dönem. Bu duyguyu çok iyi hatırlıyorum. Garip gelecek ama ben çocukken Kemalettin Tuğcu’nun romanlarındaki sokaklarda yaşayan, kendi hayatlarını yalnızlık içinde sürdüren çocuklardan biri olmak isterdim. Belki hiçbir şeyleri yoktu bu çocukların ama bu hiçbir şeyi olmama hali bir özgürlük veriyordu onlara. Birer hayat kahramanıydı o çocuklar.

Bir zamanlar insanlara dair romantik bir psikolog bakışı geliştirdiğimi anımsıyorum. Herkesin bir hikayesi vardı ve bu hikayeler onları bu hale sokuyordu. Herkesi bağışlamaya hazırdım, en kötüleri bile. Ah o zavallı kötüler, onlar cehennem gibi hayatlardan geçip bu hallere gelmişlerdi. Her insana baktığımda bir hikâye görüyordum. Sokaklarda yürürken, bir şehri uzaktan seyrederken oralarda yaşanan hikayeleri düşünerek ürperirdim. Oysa bütün bu insanlar birbirleri için cehennemi yaratmaya devam ediyorlardı. Hiç kimse masum değildi. Bu toptan aklayıcı bakışla oradan oraya savrulurken kendimi bağışlayamadığım sayısız ayrıntıyla karşılaşıyordum. Bütün dünya kurban da bir ben mi suçluydum. Kendimi de aklıyordum kuşkusuz, günah keçileri bularak, başkalarını suçlayarak, beni bu davranışlara iten nedenleri anlamaya çalışarak. Peki ya benim seçimlerim ve sorumluluklarım?

Utançlar, suçluluk duyguları çocukluğa aittir en çok. Evrenin sırrını çözmüş gibi duran, hayat buymuş, başka seçenek yokmuş gibi huzur içinde yaşayan insanları hayretle izlerdim. Ne kadar da sakindi bu insanlar. Bir denge kurmuşlardı, ayaklarını sağlam basıyor ve düşmüyorlardı. Bir yüzleri vardı, bir bedenleri vardı ve onu taşıyorlardı. Bir aileleri vardı ve ondan memnundular. Bana öyle gelirdi belki de… Konuşmaya çalıştığımda çok yüzeysel şeyler anlatırlardı ama. Benim gibi içlerinde sürekli çığlık atan bir ses yok muydu bu insanların?

Sonra aşkı keşfettim. Bütün anlam arayışlarını yükleyebileceğin bir yerdi aşk. Sıra dışıydı, yasaktı, insanı iliklerine kadar ürpertecek kadar korkutucuydu. Ona konsantre olup dünyanın bütün başka dertlerini, anlam arayışlarını sıfırlayabilirdin. Aşk her yanı öylesine kapsıyordu ki bütün diğer dertler, varoluş krizleri anlamını yitiriyordu. En önemlisi bu ötekilik halini yok edebileceğin sanısını veriyordu aşk. Bir başkası ile bütünleşebilir, ikiyken bire dönüşebilirdin. Fiziksel ve ruhsal varlığın için tam bir onay bulabilirdin aşkta. Bu kocaman, bu korkutucu dünyadaki yalnızlığının sonu demek olabilirdi bu. Aşk bütün ruhunu doldurup seni kanatlandıran bir melodi gibiydi. Aşk yarım olmaktan kurtulmaktı. Hatta yeryüzünden kurtulup göklere uçmaktı. İçinde haykırıp duran düşünceleri yalnızlıktan kurtarabilir bir başkasıyla paylaşabilirdin, acıyan yerlerine üfleyecek, dünya gaileleri ile başa çıkmanı sağlayacak biri olabilirdi hayatında. Teklikte çektiğin bütün acılar nihayet bulabilirdi aşkta. Vay canına! Böylesine bir yücelik, böylesine bir kurtuluş vardı hayatta.

Oysa en çok da bir imkânsızlık ağıtıydı aşk, dünya ağrısını hafifletiyorum sanırken daha büyük ağrılara düşürüyordu seni. Orada da bir öteki vardı ve iki yalnızlık bazen birbirine karışıp bazen de kırılıp kopabiliyordu.

Aşk da böyleymiş işte diye yoluna devam etmekti en iyisi. Yalnızlığının çoğul olduğunu bilmek belki de insanı en çok rahatlatan. Bu dünyadaki deneyiminin başkalarının da deneyimi olduğunu bilmek. Sen gözyaşlarına boğulduğunda başkalarının da gözyaşlarını görmek…

Senin içini göremeyen kötülük, senin bedensel, ruhsal varlığını hiçe sayan narsis faşizm karşısında yapabileceğin tek şey kendini korumak ve o zalimlerden biri olmamayı başarmak yalnızca.

İyi bir insan olabilmek belki de en büyük proje hayatta.