HAYAT KAFESİ

Tamer Öncül

O ılık, ama giderek küçülen kafeste, iki büklüm durmaktan çoktan usanmıştı… Tüyleri uzamış; gagası sivrilmiş; gözlerine ışık gelmişti ama, giderek ireren göbeğinden başka bir şey göremiyordu…

Sonunda kararını verdi…  Küçücük, cılız bedeninden beklenmeyecek kadar zorlu bir uğraşla, kafesin, o beyaz kalsiyum duvarlarını kırdığında, kamaşan gözleri, mavi bir gökyüzü aramıştı umutsuzca…
Ayırdına varamadığı bir zaman-mekan girdabında titreyerek geçirdiği o ilk günlerde, renkleri tüylerine benzemesine karşın hiç de yumuşak olmayan o anlamsız, kimin ne için, ne zaman yaptığı belli olmayan katı çubuklarla tanışmıştı…

İnatla savaştığı, uzun yorucu bir günün ardından, bu ikinci kabuğu kıramayacağını anladığında; kanatlarıyla birlikte, içinde bir yerlerde, alışılmadık bir biçimde çırpınan göğsünün derinliklerinde de bir şeylerin kırıldığını duyumsamıştı.

Son bir güç denemesiyle, o kalsiyum kılıklı daracık hücresine geri dönme çabaları da boşa çıktığında; başını kırık kanatları altına sokup, saatlerce kımıltısız oturmuş; küçücük beyninin gönderdiği sonu gelmez sinyalleri dinlemişti…

Günler sonra, iyileşen kanatlarının işlevini keşfettiğinde duyduğu sevincin sınırlandırılmış sonu, Kafes Yasaları’nı öğrenmeye başlamasının kaçınılmazlığını(!) göstermişti. Kendi küçük, çubuklu kafesinin dışında başka (daha kalın) duvarların olduğunu da o gün ayrımsamıştı yine…

Ve bir gün, artık o alışmaya başladığı kafesten çıkartılıp; iyice kısaltılan tüyleri siyaha, boynu beyaza boyandığında; kendini hemcinsleriyle dolu daha büyük bir kafeste bulması da bir olmuştu…

Bir düdük çalıyor, tüm kuşlar sıralanıp; neden söylendiğini pek anlayamadığı, uyumsuz bir ötüşme faslından sonra, ard arda dizilmiş kalasların üstüne tünüyorlar; bazı yaşlı, ciddi, ağırbaşlı kuşlar gelip, bir şeyler ötüyor; ve onlar, her geçen gün biraz daha iyi bir biçimde Kafes Yasaları’nı öğreniyorlardı.

İlk ve en önemli yasa’yı (başkalarının uçuş alanına girmeden ve büyük kuşların izin verdiği sınırlar içinde uçabileceklerini) öğrendiğinde; gerçekte “yapabileceklerinin, ne yapmaması gerektiği ile belirlendiğini” de öğreniyordu…

“Olur olmaz yerde, büyük kuşların önünde ötmek; onların ötüşünü kesmek olmazdı” örneğin… Hele hele “erken ötenin vay haline” diye bir Atakuş sözü vardı ki yasalar bile hafif kalırdı onun yanında…
Sonra, “Her kuş kendi bacağından asılırdı” da; Kafes, Familya, Sakarya ve Zilli hava (her neyseydiler!) uğruna, bütün kuşlar hep beraber asılmalıydı o çengele…

Sonra, “ Kanarya’nın Kanarya’dan başka dostu yoktur!; Serçe’den dost, Karga’dan post olmaz!..” gibi, ileriki yaşamlarına yönelik yararlı ilkeler de öğrendiler …

“Kuşların Tarihi” (ama her şeyden çok da, Kanaryalar’ın Şanlı tarihi); “Kafes Coğrafyası”; “Kanarya Dini”; “Kanarya Dili ve Ötme Bilgisi” gibi dersler görüp; “üç Kanarya’nın, üç gün, günde üçer kez su içtiği su kabının, ne kadar boşalmış olacağı?” gibi yararlı(!) bilgiler öğrendiler…

Ve bir gün , “Artık sizler Hayat kafesi’ne atılmaya hazır Kanaryalarsınız” denildiğinde; kendilerini ekmeği, suyu olmayan bir kafeste bulan genç Kanaryalar, başlarını kırık kanatlarının altına sokup kara kara düşünmeye başlamışlar…

Günde bir kez önlerine atılan kırıntıları paylaşmayı denemişler önce…
İçlerinden en hızlı büyüyen, kısa sürede kırmış bu anlayışı… Yanına çektiği açgözlülerle, aslan payını kendine ayırır olmuş…

En cılızları öldükçe; onlar semirmiş, güçlenmiş…
İtiraz edenleri kafes haini ilan etmiş; en göbekli kuş… Diğerlerini de, “bunlar hastalıklıdır; sakın ola yanlarına yanaşmayın; o korkunç hastalık size de bulaşır” diye korkutarak sindirmiş… 
Her gün, gökten üç lokma düşmüş… Biri Kafes Reisi’ne, biri yalakalarına, öteki de, koruyucularına

(Haziran 1993)
• Okulların açıldığı şu günlerde (çoook eski) bu yazı düştü aklıma…