HALET REZAKİ VE KIYIYA VURAN ÖLÜ ÇOCUKLAR…

Sinan Dirlik

Gülüp geçtiğimiz Büyük Ortadoğu Projesi ve kuşkuyla baktığımız için eş dosttan fırça yediğimiz “Arap Baharı’nın” tüm coğrafyayı tarumar eden filizkıran fırtınasının savurduğu ölü çocuklar, sahillerimize vuruyor epeydir.
Çok acı bir şey tabii… O da resmi rakamlara göre, yaklaşık 2 milyonu Türkiye’de olmak üzere, 4 milyonu geçen Suriyeli mültecinin yaşadığı trajediyi fark etmek için el kadar bir çocuğun kıyıya vurmasını beklemek…
Ne kadar farkındalık yarattığı da ayrı konu. Zira farkındalık dediğimiz şey, sosyal ağlarda birbirimizin üzerine ölü bebek fotoğraflarını boca etmek ve birbirimizin “duyarlılıklarına” eş dost görecek biçimde “layk” basmak çoktandır…
Ölü bebek fotoğrafları yayınlamanın “kayıtsızlaştırma” gibi çok ciddi bir pasifize etme sonucuna yol açtığını gevelemeye kalktığınızda, “paylaşacağız arkadaş, rahatsız olacaksın!” höykürmelerine maruz kalmak, en mürekkep yalamış kesimlerde bile sap ve samanın ne hale geldiğini görmek açısından da ilginç…
Mesele kıçı kırık sosyal ağ kitlende, eltingilleri rahatsız etmek değil. Mesele, bu ülkede “kitle iletişimi” denilen ve toplumun genetik yapısını adım adım değiştirmenin en etkin aracı olan ve kuralsızlaştıkça şiddet pornografisiyle toplumun ruhunu uyuşturan bir çarkın gönüllü parçası olman…
Malum, gazete denilen “şeyin” içini boşaltıp, gazeteci denilen “meslek erbabının” ruhu satın alınalıberi (ki bunun mazisi hayli derindir) televizyon ve sosyal ağlar doyuruyor halkımın haber alma ihtiyacını.
Kural ve denetimi “sansür” olarak algılayan yurdum mürekkep yalamışı, boca edildikçe daha fazlasını arar hale gelen ölüm ve şiddet pornosuna her geçen gün daha fazla kayıtsızlıkla “bakabilir hale geliyor” ve daha da kötüsü “bakabilir hale getiriyor” etrafındakileri... İnsan kayıtsızlaştırılabilen bir varlıktır çünkü… Bakamadığı şeyi burnuna sokarsan iki günde alışır, artık bakamaz olmaktan çıkar… Aynada kendi yüzüne bile…
Rahatsızlık, rahatsızlığa maruz kalına kalına alışılan bir şeydir… Rahatsızlığı vak’a-i adiyyeye dönüştüren bir toplum için rahatsızlık, yeni konfora dönüşür… Yoksa nasıl sıradanlaştırabilirdi Alman halkı 6 milyon Yahudi’yi fırınlara taşıyan o katar katar yük trenlerini?
Eğer yarı beline kadar soyulmuş ölü gerilla resimlerini dayamasalardı yıllarca, nasıl sıradanlaştırabilirdik ki şehrin ortasına çırılçıplak atılıveren kadın gerilla fotoğrafını?
Rahatsız etmek ne ki üstelik? Ölü çocuk fotoğrafını “send” leyip, eltingilleri rahatsız etmiş olmanın iç huzuruyla en az 10 sığınmacı çocuğun karnını doyuracak parayı bastırdığın kuaförün koltuğuna oturmak mı?
Ne ki rahatsız etmek? Kişi başı 150 kâğıdı bastırıverdiğin rakı sofrasına yaklaşan sığınmacı çocukları galiz küfürlerle kovalayan garsona öfkeli (hadi doğrusunu söyleyeyim, aslında seni can sıkıcı durumdan kurtardığı için enikonu müteşekkir) bir bakış atıp çatalınla levrek marin didiklerken hissettiğin ama (kalkıp o meyhanenin sahibinin ağzını burnunu dağıtmaktan vazgeçtim), bir daha o dükkâna girmemeyi bile akıl etmeyen o anlık iç burkulman mı?
(Okuyucuya not: Yazının burasında hafifçe arkanıza yaslanıp, Timur Selçuk’un “Halet Rezaki’nin Şarkısı” nı dinlemek üzere küçük bir mola vermeniz tavsiye olunur… Yorulmuşsunuzdur hem )
Hadi size eğlenceli bir “rahatsız olma” vak’ası şıftırtıvereyim şuracıkta! Üzerime boca edilen ölü çocuk fotoğraflarından daha fazla rahatsız olduğum şey, ikiyüzlülüğümüz! O birbirimize sallamaya hazır tuttuğumuz işaret parmağımız, o çatılmaya hazır kaşlarımız, o büzülmeye ve içinden bilmem hangi yıldan kalma kin birikintilerine de bulanmış zehirli sözcüklerimiz…
Biz bu ülkenin okuyabilen, yazabilen, iyi müzikler dinleyebilen, iyi yemekler yiyebilen, iyi mekânlarda boy gösterebilen ve hep “iyi çevrelerde” iş tutabilen şanslı azınlığı, beyazladıkça azalan vicdan kırıntılarımızı “cömertçe saçmak için” böyle anları bekleriz hep…
En cakalı sözcükleri, en duyarlı cümleleri ardı ardına dizip, böyle zamanlarda yazarız en güzel yazılarımızı… “İyi yazı” diye bir şey yoktur zira… Yazının matematiği vardır… O matematik, gramajına kadar belirli acıyı, hüznü, bir tutam keskin zekayı, az gırgırı hesap ederek kurgular yoz dilini… Ne de olsa biz, şair diye stand-upçıları yalayıp yutmuş bir nesle dert anlatmaya çalışıyoruz. Her işin kolayı var… (Demem o ki sevgili okuyucu, bu okumakta olduğun da dahil, aslında hiçbir yazı yeterince samimi değildir…  Hem nedir ki samimiyet? Değil mi efenim? )
Hah, evet, bir “rahatsız olma vak’ası” anlatıyordum… “Feysbukta” 147 bin kişiye, “Tibitırda” tahminen 50-55 bin kişiye (malum, tibitır daha seçici, daha elegan) erişim sağlamış bir duyuruyu anlatayım size.:
Diyor ki o duyuruda, bir poşet al, içine 1 yumurta, 1 şişe su, 1 elma, 1 de peynirli sandviç koy. Zor mu? Tamam, 1 saatini ayır… Sadece 1 saatini ve başkalarının hazırladığı o poşetleri sokaklarda dolaşan sığınmacılara dağıtmaya destek ol… Zor mu? Evinde kullanmadığın temiz giysileri hazır et, evinden alacağız…
Yaklaşık 200 bin kişi tarafından “görülen”, en az 50 bin kişi tarafından “duyarsız kalmayalım lütfen” notu ve üzerine dalgalar vuran bir çocuk ölüsü resmiyle birlikte eltisigile “itelenen” o duyuruya kaç kişi cevap verdi biliyor musunuz?... 20! Yazıyla yirmi…
Rahatsız oldunuz mu?... Gerekmiyor rahatsız olmanız… Olmayın!
Meşrebimize göre kimimizin batıya, kimimizin zengin Arap dünyasına çemkirme fırsatı bulduğumuz sığınmacı trajedisinde, her birimizin gayet gönüllü dişlisi olageldiğimiz “aidiyetlerimize” toz kondurmadığımız ve bizi sarmalayan, ruhumuzu çürüttüğünden şikayet ettiğimiz ne varsa hepsini eltimizgillerden emperyalizmgillere, iteleyebildiğimiz kadar itelediğimiz sürece “gerçekten” rahatsız da olmayacağız nitekim… Meselemiz bu bizim… Öğrenilmiş çaresizliğimiz, öğrenilmiş eylemsizliğimiz ve iflah olmaz lafazanlığımız bu…
Bizi rahatsız etmesinler istiyoruz… Ne kıyıya vuran ölü çocuklarıyla, ne sokaklarımızı dolduran pis pasaklı fakirleriyle (çünkü zengin olanları zaten çoktan kapağı attı daha iyi yerlere), ne bizi tedirgin eden savaş görüntüleriyle… Huzur istiyoruz azizim! Bir midye kabuğu gibi içimize kapanmak, dış dünyayı kasıp kavuran şiddetten, yoksulluktan, yoksunluktan, kirden pasaktan, savaştan, ölümlerden uzak olmak, o trajedilere sadece yeri geldiğinde “halimize, rabbimize şükredeceğimiz kadarıyla”, yeri geldiğinde “duyarımızı eltimizgillere gösterebileceğimiz kadarıyla” tanık olmak istiyoruz. Hepsi bu… Hepsi bu… Bıktık çünkü dünyanın yükünü taşımaktan… Hayat yorgunuyuz biz… Rahat vurgunuyuz biz…
Aslına bakarsan sevgili okuyucu, sana başımıza gelmekte olan felaketlerden söz edecektim… Artık oturma odamıza kadar giren savaştan, 50 günde 200 küsur ölüden ki buna TSK’nın “ağır zaiyat verildi” diye ilan ettiği yüzlerce Kürt çocuk dahil değil… Onlar şu son 50 günde saymaktan yorulduğumuz “kayıplarımız” sınıfına girmiyor. Aradan zaman geçsin biraz, dilimiz alışsın, tıpkı “30 yılda 30 bin ölü” demeye alıştığımız gibi onları da işin içine katmaya başlayacağız fakat, onların o 30 binin en büyük kalemini oluşturduğunun farkına varamayacağımız kadar alıştığımızda tabii…
Sana Türkiye’den Kıbrıs’a, Mısır’dan Libya çöllerine, Suriye’den Filistin’e artık topyekun Ortadoğu coğrafyasının parçası olduğumuzu ve onun kaderine artık uzaktan bakamayacağımızdan söz edecektim okuyucu…
Ama baktım ki, sahile vuran ölü çocukların fotoğraflarını en fazla 3 gün aklında tutmaya meyilli hale gelmişsin, baktım ki ölü çocukların fotoğraflarına bakabilir hale gelmişsin… Artık daha fazla rahatsız etmeyeyim dedim seni… Boş ver onu da, gel bak ne göstereceğim… Nasıl kediler ama?...