Gökçeoğlu’nu ışıklara yolcu ettik...

Eralp Adanır

İlk kitabım "Ben ve Ben"i yayımladığım 1991 yılında, bu alandaki yolculuğumun başlangıcında bana çok değerli katkısı olan hocam Mustafa Gökçeoğlu... bu ilk kitabımın ilk ön sözünü de kendisi yazmış, beni yüreklendirmişti. Bugün 19. kitabım yolda... Kıbrıs Türk Kültürünün, folkloru, sözlü tarih ve dili konusunda çok önemli kaynakları bizlere sunan, toplum belleğine önemli katkılar koyan güzel yürekli hocamızı 24 Şubat günü ışıklara yolcu ettik. O ışıklar ki bugün bizim yolumuzu aydınlatandır...

Kendisiyle BRT-TV’deki “Mkum Saati” programım için 4 Nisan 2009 tarihinde evinde yeni yayını üzerine gerçekleştirdiğim röportajı 13 Haziran 2009 tarihinde de Yenidüzen gazetemizde yayınlamıştık. Söz konusu röportajımızı bir kez daha yayınlar, kendisine Allah’tan rahmet, ailesine ve tüm yazın dünyamıza başsağlığı dilerim.

 

“Yazın geçmişinize baktığımızda 1989 yılında “Tezler ve Sözler-1” isimli kitabınızla Halkbilimi konusunda bir yolculuğa başladığınızı görüyoruz. Sizi Halkbilimi çalışmalarına iten ne oldu?

Ben Türkiye’de yüksek öğrenimdeyken hep Kıbrıs ağzıyla konuşurdum ama bir öğretmen okulunda okuduğum için, kompozisyon derslerimiz vardı, ve benim yazdığım kompozisyonlar Türk Dili okutacak öğretmen adaylarına örnek olarak gösterilirdi. Onların canı sıkılırdı, konuşmayı bilmezler diye eleştirirlerdi. Halbuki bizim Kıbrıs’ta konuştuğumuz dil Türk Dili’nin bir ağzı bir zenginliğidir. Ben halkımızın yüzyıllardır dillerinde biriktirdiği, öbeklenmiş öbek sözcükleri, söylemleri, birbirlerine sesleniş biçimlerini, bunun gibi birçok dil değerlerini, toplayıp bunları öykülerimde kullanmaya başlamıştım. O dönemlerde de bunları yakalayabilmek için insanlara geçmişteki anılarını, eğlencelerini, söylencelerini hepsini sorarak ses bandına kaydetmeye başladım.

 

Demek ki o dönemlerde derleme çalışmalarınıza başlamıştınız...

1983 yılında bir öykü yarışması yapılmıştı (Ankara’da) o dönemlerde başlamıştım zaten. Daha sonra öyküm Varlık dergisinde yayınlanmıştı. Galiba o zamanlar, uzun zamandan sonra yayınlanan ilk kişiydim. Neticede söz konusu öykü yarışmasına katıldım, ama birinci olamadım. O devirde ikinciye 25.000 Türk Lirası verilirdi ve 25 bin Türk lirasının 19 bin Türk lirasına yazı makinesi aldım. Zaten başıma ne dert getirdiye o yazı makinesi getirdi (gülüyor). Kalanla da zaten yedim içtim filan gitti. Bu sefer HASDER bir kongre düzenledi. Ve Kani Kanol bana gelirdi zaten, ille bildiri sunayım bu kongrede. Ben de Kıbrıs’ta derlediğim “Yaş Destanı” ile Pertev Naili Boratav’ın Mudurnu civarlarında derlediği “Yaş Destanı”nın karşılaştırmasını yaptım. Tabii o her iki “Yaş Destanı” o iki kesimin yaşama felsefelerini de belirler.

İşte Kıbrıs’ta insan ne der; “üç çocuk ettim” der. Yani Kıbrıs’ta etkendir, tasarlayarak yapar, tahamüden (gülüyor). Türkiye’de ne denir; “bana Allah üç çocuk verdi, bir ot gibi verdi, yel gibi bağışladı, 2 tanedir” der. Yani orada ne var? Kıbrıs’taki olgu’dur, Türkiye’de olay’dır çocuk etme. İşte bu konuyu irdeledim. O bildirimi sunduktan sonra daha kürsüden inmeden bu bilgilerin kopyalarını istediler benden. O zamanlar sadece daktilolar vardı, bugünkü gibi fotokopi çoğaltması yoktu. Pelur (karbon kağıt) da kullanırsaydık 7 kopya çıkardı ama kağıt da delinir filan olurdu. Ve ondan sonra insanlar hep bunları ne zaman kitaplaştıracağım diye soruyorlardı. Harid Fedai dostumuz, Allah rahmet eylesin sevgili dostum Mapolar bunların ne zaman kitaplaştıracağımı soranlar arasındaydı.

Böyle söylerken bir gün düşünürüm şimdi bize 1958’de televizyon geldiğinde herkes orda kahvede televizyonun karşısında yer kapmaya çalışırdı. 1972’den sonra da kişisel bilgisayarlar çok yaygınlaştı. Bu nedir? İnsanlarımız kolaya kaçacaklar. Biz çocukluğumuzda oyuncağı kendimiz yapardık, bizim çocuklarımız şimdi oyuncağı kırmayı öğrenir. Neticede kullanılmayan bir organ gitgide erir. Bundan yola çıkarak arkadaşların da iteklemesiyle o derlediğim bandları bir daha dinledim. Onların içerisinden follorik değer taşıyanları ayırdım, çözdüm ve çağdaş bir yorumla karşılaştırma yöntemiyle...

Meselâ ben hep söylerim Mahmut İslâmoğlu dostumuz bu işin duayeni, Oğuz Yorgancıoğlu, gerçi onların mezuniyet tezleridir o kitaplar ama olsun, yinde de yayınladılar ve bir yol açıldı. Ama onlar da bu şekilde karşılaştırmalı yorum yoktu. Ben de dedim ki farklı birşey yapayım. Matematik okumuştum ben ve bizde birçok yöntemler vardı, o metodlara göre çalışmalarımı yaptım ve “Tezler ve Sözler-1”i hazırlayıp gündelik gazetelerin birinde de yayınlamaya başladım. Bu sefer Gençlik Merkezi geldi dediler ki “bu çalımalarınızı bizler kitaplaştırmak isteriz, bizden ne istersin?” ben de argolu bir şaka yaptım, 1500 kitap bastığınızda 500’ünü bana verin tamamdır dedim ve işte o şekilde Halkbilimi’ne başladım.

 

Yeni yayınlarınızdan biri olan “Kıbrıs Türk Ağızları Sözlüğü” adını taşıyor. Burada benim ilk dikkatimi çeken “Ağızları” kelimesi oldu. Bir çoğul kullanılıyor...

Şimdi Limasollular ne der; “Aliymiş, gazete aldı”. Baflılar ne der, “bu ekmek bana çok beğendi”... şimdi Kıbrıs’ta geçmişte insanlar öbek öbek yaşarlardı. Yani bir Trodos’un çevresindeki köyleri düşününüz. Her köyün bir tane sümükçüsü vardı. Sümük; kemik demektir. Ölmüş bir adamın aleyhine konuşursanız dersin ki “rahmetlinin sümüğüne ağır gelmesin, çok hırsızlık yapardı”. Ölen insanın neyi kalır, kemiği kalır. Azerbaycan’da da bu kulanılır. Lokantaya gittiğinizde et sümüklü mü olsun sümüksüz mü diye sorarlar. Kemikli mi kemiksiz mi... dolayısıyla her bölgede bir sabanı yapan vardır benim köyde de sabancı Aziz yapardı. İnsanlar kendi kendilerine yeterli olurlardı ve birçok malını da değiş tokuş ederlerdi. Para pek yoktu geçmişte. Alınan tek neydi, devletin tekelinde olan tuz. Kadın evde tuz dediğinde erkeğin ne tarafının cız ettiğini herkes bilir. Çünkü ona para vermesi gerekir. Para dönmeyen bir yerde insanlar yaşama birlikleri oluşturdular, bu gelenler de Anadolu’nun birçok yörelerinden gelmişler. İşte bunun en güzel kanıtı; İçel Kadısı veyahut Beylerbeyi’ne veya Karaman Beylerbeyi’ne fermanlar çıktı de geldi bu insanlar buraya. Çok çeşitli bölgelerden geldiler ve belli yerlere yerleştiler. Şimdi Anadolu coğrafyasını gözünün önüne getirirsen zaten orda da çok farklı, çeşitli ağızlar vardı. Büyük bir kısmı orada kullandığı bu ağızları burda da kullanmayı sürdürdü.

Bugün Türkiye’deki öğrencilerimizi görüyoruz ki tezlerinde bölge ağızları üzerine çalışılmış; Leymosun ağzı, Baf ağzı, Mesarya ağzı diye. Erdoğan Saracoğlu hocamızın da ilk kitabının adı “Kaymaklı Ağzı”ydı ve daha sonra genişletti. İşte geçmişte çok farklı söylemlerin olduğunu saptadım, şimdi benim bir dergim vardır Kıbrıs Türk Dili dergisi, bunlarla ilgili ileride örnekler vermeyi düşünüyorum dergide. Mesela Baf’ta kullanılan bazı sözcükler Mesarya’da kullanılmaz, Mağusa’da kullanılan bazı sözcükler başka yerlerde kullanılmaz gibi örnekler. Yalnız bunlar cümle bazında değil olay, kelimeler, sözcükler bazında da değişikliklerin olduğu ayırdına vardım ve bu kitabı oluşturdum. Zaten burada sözcükler hazırlanırken, sözcüklerin Kıbrıs’la ilgili ilişkilerini vurgulamaya çalıştım. Mesela falan kişi tarafından Kıbrıs’ın Baf kazasının falan köyünden derlenmiştir diyorum.

Dil bir canlıdır. Sürekli üretir. Kıbrıs’ta birçok farklı sözcükler kullanıyoruz, tabii kimi sözcükler de ölür, o ölü olan sözcükler eğer günlük yaşamımızda bir deyimin içerisine girmişse ve kullanmasak bile, veya bir bilmecenin, tekerlemenin yapısına girmişse, günümüze kadar yaşamını sürdürmüştür. Veya bileşik bir kelime; mesela “nan” Orta Asya’da ekmek demektir. “nankör” dediğimizde, kadir bilmez, değer bilmez, ekmeğe kör bakan demektir. “nan”ı bileşik sözcükte biz kullanıyoruz. Bu şekilde gerek bilmecelerin yapısında gerekse atasözlerinde yer alan bu örneklere bol bol bu kitabımda yer vermeye çalıştım. Mesela “indik mindik tatarinnik” gibi sözcüklerin tümünün anlamları vardır. “Dört takır dört bakır” derken mesela, orda işte ayak demektir, bakır; göz demektir. Bu kitapta atlarımızın  Anadolu’dan gelirken getirdikleri sözcükler yanında Kıbrıs’taki insanlarımızın türettiği sözcüklere de yer verdim. Örneğin geçmişte “park” yoktu, “millet bahçesi” vardı. Lefkoşa’da hâlâ daha yatı evi vardır. Otele “yatı evi” denirdi. Lokantaya da “doyum evi” derdik. Yani bunun gibi çok sayıda sözcükler vardır. Tabii ölmüştür bazı sözcükler. Lefke’de madende çalışan insanlarımızla konuştuğumda “paltar”dan bahsederler. “paltar” elbise demektir. Ama bugün Azerbaycan’da kullanılır ben işitmiştim ve bugün benim “Dulun Oğlu” kitabında da geçer. Yani bizim yolda kalmış çok sayıda sözcüğümüz var. Çünkü biz yazı toplumu değiliz. Biz konuşmayı yeğleriz. Ama konuşan kültür konuşma yoluyla ürer. Gerçi bunu tembelliğe, aylaklığa övgü olarak kabul etme ama (gülüyor), öyledir... konuşmadan nasıl kültür aktarılacak. Anamıza pilavı, makarınayı nasıl pişireceğini yazılı vermezdi ya nenemiz. Ne ourdu? Ona gösterirdi, anlatırdı o da deneye yanıla birşeyler yapardı.

 

Kitabınızda dokuz bölüm yer alıyor, bunlar: Kıbrıs Türk Ağızlarıyla İlgili Örnekler, Kıbrıs’ta İlk Köklü Dil Çalışmaları, Kıbrıs’taki Sözlük Çalışmaları, Dil Değerlerimiz ve Kökleri, Eski (Arkaik) Sözcükler, Dilimizdeki Genişlemeler, Kıbrıs Ağzına Özgü Sözcükler, Hatalarımız-sözcük üretirlerken ek’leri farklı kullanmıştır-, Söz Varlığımızdan Örnekler. Bir de sözlük var kitabınızda...

Tabii Kıbrıs’taki sözler açısından ayrı bir sözlük var burada ve bu geçmişte yapılan bütün çalışmalara benim bir vefa borcumdur, büyük saygım vardır. Hiç kimse bir milat değildir. Bunun yanında onların da koymuş olduğu gayretleri, döktükleri alın terini saygıyla karşılarken, Kıbrıs’ta bu konuda yapılan çalışmaları paragraflar olarak vermeye çalıştım. Bunun yanında başka bir madde daha var ondan da söz etmek istiyorum. Dilimizdeki Genişlemeler dedik, daralmalar da var. Birçok sözcük işlevsiz kalınca artık okka’nın, divit’in ne olduğunu bilmez yeni nesil. Daktilo çıktıktan sonra oların pabucu dama atıldı. Bilgisayar çıktı, yazıcısı çıktı, şimdi daktilonun şaryosu nedir dendiğinde kimse bilmez. Bu daralmanın örnekleridir. Ama bu arada bilgisayarların yaşamımıza girmesi, teknolojinin gelişmesi çok fazla sözcüğün de dilimize girmesine neden oldu. Zaten dil de bir insan gibidir; doğar, büyür, gelişir... bazı diller de ne yazık ki bir süre sonra ölür. İşte bizim Kıbrıs Ağzı artık kullanılmaz oldu. Gazeteler örgünlü Türkçe, okul kitapları örgünlü, bütün iletişim araçları da öyle, ne kaldı? Dağ başındaki kocakarı (gülüyor).

 

Bu tip yayınlarımızın en az iki dilli olması, yabancı okurlara da bu yapılanların ulaştırılması açısından önemli olduğu kanısındayım. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

Bu tip çalışmaların bir başka yabancı dile çevrilmesi hatta bir şiir parçasının bile çevrilmesi Kıbrıs Türk toplumu için çok büyük bir olaydır. Ama kitap tabii daha farklı. Bizim kültür değerlerimizi, sanat anlayışımızı bu yolla tanıtabiliriz. Kıbrıs Türk toplumunun varlığını dünyaya politik olarak duyurmak çok güçtür. Ama bunun yanında bu şekildeki eserlerin yabancı dillerde yayınlanması çok daha önemlidir. Benim bir Macar Türkolog tarafından masallarımdan seçip kendi dillerine çevirdikleri bir kitabım var, “Kıbrıs Türk Masalları” Macaristan’da basıldı. Daha sonra Kıbrıs Halk Fıkraları kitabımdan seçmeler vardır, niçin seçme? Çünkü bizim sözcüklerin çok anlamlılığına da güleriz ama örneğin o sözcüğün İngilizcede çok anlamlılığı yok. Dolayısıyla onların çevrilme olanağı yok. Bir de bizim geleneklerimiz farklı ve bizim güldüğümüze onlar gülmeyebilir.”