“giz’li satırlar…”

Sevgül Uludağ

Hakkı Yücel'ün yazısının devamı şöyle;

 

Eski bir efsanenin büyüsüne kapılarak konuşan Bayan Bedelyan benim şaşkınlıktan iyice açılan gözlerimi farkedince soluk almadan anlatmaya devam ediyor:
-“Adonis, senin aşağıda bahçede gördüğün Mersin ağacının gövdesinden günahkâr bir aşkın meyvası olarak doğmuştur..O kadar güzeldir ki bütün tanrıçalar ona sahip olmak isterler, ancak Adonis yalnız Afrodit’i seçer..İşte bu yüzden kötü tanrıçalar yaban domuzunu Adonis’in üzerine salarlar..Adonis bu saldırılardan kurtulamaz, yaralanır ve kasığından usul usul toprağa akan kanı çiçeklerin sonsuz bereketi olur..Afrodit de ona yardım etmek için çırpınırken yaralanır ve akan kanı beyaz gülleri kan kırmızı güllere çevirir. İşte bu güller Afrodit’in kanıdır çocuğum..”
Gözlerim vazoda duran kırmızı güllerle Bayan Bedelyan’ın uzak bakışlarının gizemli derinliği arasında gidip geliyor; çocuk aklım ve hayallerim ise çok daha uzaklarda, aşkların kanlı savaşlarında gezinip duruyor ki üstad Bedelyan’ın (Monsieur  Bedelyan’ın) kısık sesi ile hayallerimden uyanıyorum:
-“Artık dersimize başlayalım..Çalıştın mı evlat.?”
-“Çalıştım efendim..!(çalıştım mı..?)
-“Öyleyse önce geçen hafta verdiğim parçayı –bir vals miydi- ezbere çal bakalım..Notalara bakmak yok..(Sehpa yan tarafımda duruyor, göz ucuyla bakabilirim yani....)”
Kemanımı çenemin altına sıkıştırırken, yan gözlerle de sol tarafımdaki sehpa üzerinde duran notalara bakarak çalmaya başlıyorum...
Nafile.....Tuhaf sesler çıkarıyorum..
Zaten ne çaldığımın da pek farkında değilim..Aklımda biraz önce dinlediğim o garip ama etkileyici hikâye dolanıp duruyor ve dünya gözlerimin önünden siliniyor..
Uzak bir kırda toprağın üzerine uzanmışım... kasığımda ne zaman ve nasıl olduğunu bilmediğim görünmez bir  yara ince ince kanıyor... tam kendimden geçiyorum ki sisler arasında beliren bir gölge bana doğru koşuyor... elinde beyaz güller......iyi de bu gelen kim.....!? Yaklaştıkça beyaz güllerin ateşten bir top gibi kızarmaya başladığını görüyorum....uzanıp gülleri almak istiyorum, kolum kalkmıyor...yattığım yerden doğrulmaya çalışıyorum, ne mümkün.......
Son bir gayret neredeyse gülleri avuçluyorum ki birden ellerim yanıyor ve etraf  kıpkızıla dönüşüyor..
-“Olmuyor.....Olmuyor......Keman böyle çalınmaz evladım...  Sanki hayvan boğazlar gibi........”  Monsieur Bedelyan’ın yarı öfkeli sesiyle daldığım rüyadan bir kez daha uyanıyorum......
-“Zorla güzellik olmaz evladım...Geçen zamana da harcanan paraya da yazık..Artık ne yapmak istediğine karar ver...”
Ders bitiyor..
Ben bütün geleceğimi belirlemeye çalışan ve adeta bir Tanrı hükmü gibi söylenmiş o sözlerin utancı ve ağırlığı altında ezilerek kapıya doğru yürüyorum ki,
                                                işte yine birden ayaklarım yerden kesiliyor,
gözlerimin önünde ince bir sis perdesi her şeyin üzerini örtüyor ve sadece hayallerime geçit veriyor,
               bu sefer de salondaki camlı dolapta yanyana duran soluk renkli fotoğrafların nedense yaşanmamış zamanları çağrıştıran mahzunluklarına takılıyorum..Sadece müziğin ve masalların yaşandığına inandığım bu evde, her seferinde karşıma çıkan bu fotoğraflar, yine o ilk kez karşılaşıyorum duygusuyla beni yüreğimden yakalıyor..Sadece onlar  mı..?
Ya Bayan Bedelyan’ın (Madam Bedelyan’ın) her konuştuğunda, duru bir saflığı taşıyan bu evdeki sade yaşama zengin söylencelerle etkileyici bir derinlik ve anlam katması; ya üstad Bedelyan’ın (Monsieur Bedelyan’ın) küçük ve yeteneksiz bir çocuğa keman dersi verirken bile o saraylı müzisyenliğinden hiçbir şey kaybetmeyerek asırlar öncesinin ezgilerini benzersiz bir biçimde çalıp durması; ya sokaklarından su gibi akıp geçtiğim kayıp cennet Köşklüçiftlik; ya Çarşamba sabahlarının ayrıcalığı; ya beni bilinmeyen duyguların ve düşlerin denizinde sürükleyerek uzaklara ve daha uzaklara götüren yaz gecelerinin parlak yıldızları..
Ne tuhaf...
Ama nedense her gün sıkıcı bir tekrar halinde yaşadığım ve bana  asırlar kadar uzun gelen hayatım (asırlar mı, sen o zamanlar onbir yaşında bir çocuk değil miydin?),  bu iki kişilik gözlerden uzak evde, müziğin ve masalların çok zamanlı aynasında çoğalarak sanki ömür boyu peşinden gideceğim büyük serüvene doğru yelken açıyordu..Ve ben o serüvenin peşinden koşuyordum...
Artık ezberimde olan camekândaki fotoğrafları bu kez o tarafa bakmayarak bir film şeridi gibi kimbilir kaçıncı kez kafamın içinden geçiriyorum..
En başta genç karıkoca Bedelyan’ların muhtemelen bir açık hava gazinosunda çekilmiş fotoğrafları..
Hangi zaman..!?
Bakışlarda hep o müphem pus...
Hemen yanında kucağında küçük bir bebekle baba Bedelyan; evlerinin bahçesinde ve güller arasında objektife gülümsüyor..
Kucağındaki oğlu olmalı.. Her babanın en büyük ama en masum yanlışı gibi o da yarım kalmış bütün hayallerini gerçekleştireceğini hesapladığı oğlunu sımsıkı kucaklamış, belki daha o an yıllar sonraki hayali ile avunuyor...
Sonra ortayaş olgunluğu içinde Bedelyan’lar, küçük bir öğrenci grubu arasında, o günü anlamlı kılan bir senfoni orkestrası kurma hayali olabilir mi acaba..?
İşte babaoğul Bedelyan’lar, çene altlarına sıkıştırılmış kemanlarıyla ortak bir konserde..-“Oğlum İngiltere’de müzik ve keman eğitimi alıyor ve hiç aksatmadan günde en az beş saat keman çalışıyor..” (Bunları bana gururla ama sanki biraz da içi acıyarak söylüyor..)
En kenarda ise güneşe karşı oturduğu koltuğunda kendinden geçmiş halde Madam Bedelyan kitap okuyor; kimbilir hangi serüvenin peşinde, zamanın içinde mi dışında mı belli değil, ama sanki çok özel bir zamana dahil olmak ister gibi bir hali var...
Düşünceli ve kararlı..
Kapı ağzında son kez fotoğraflara ve vazodaki kırmızı güllere bakarak bahçeye inen merdivenlere doğru yürüyorum.. Peşimsıra ise hep aynı ses:
-“Ne olmak ve yapmak istediğine karar vermelisin artık..Geciktirilmiş karar, kaybedilmiş hayattır oğlum...”
İyi ama ben henüz ne istediğini tam olarak bilemeyecek kadar küçük bir çocuk değil miyim Monsieur Bedelyan..?
Bahçeye iniyorum..Etrafta serin bir sabah sessizliği..Güllerin ve Mersin ağacının önünde duruyorum..Gözlerim Afrodit ve Adonis’i arıyor.. Sanki onları yüzyıllar sonra, orada, o bahçede, bedenlerinden sızan kanın acılı bereketinde açan güllerin kızıllığında yeniden görür gibi oluyorum..Ve hayallerimin zamanı aşan bu inanılmaz gücünden müthiş bir haz alıyorum...Kendi yalnızlıklarında bana çok şeyler anlatan solgun fotoğraflar gibi, bahçenin tenha bir köşesinde açan güller ve Mersin ağacı da zamanın sonsuz sahnesinde her an değişen ve çoğalan çarpıcı görüntüleri ve gizliden gizliye çarpan yürekleriyle beni sımsıkı kucaklıyorlar..
Güllerin ıslak yapraklarını ve Mersin ağacının yorgun gövdesini usulca okşuyorum..
Bahçe kapısını açıp sokağa çıkarken kulaklarımda Monsieur Bedelyan’ın Tanrı hükmündeki sözleri ve Madam Bedelyan’ın anlattıkları çınlayıp duruyor...
Temiz havayı derin derin soluyorum ve sessizliğin kol gezdiği dünyada gizlenmiş ne çok masalların olabileceğini düşünüyorum..
Ve bunu düşündüğüm an beni  gördüklerimin ve duyduklarımın değil ama asıl görmek ve duymak istediklerimin heyecanlandırdığını anlıyorum...
Yeni bir gün ışıyor ve ben yavaş yavaş uyanmaya başlayan günün sabahında kendime bir başka yol arıyorum..”