Acıları ne zor anlatır insan…
Örtülü ya da maskeli bakışlar ve gülüşler ardındadır çoğu zaman acılar.
Kimi zaman ise; onca kalabalık sözde ve düşten düşen düşüncelerde…
Ama o kalabalığın içinde bile, insanın kendi yalnızlığını duyması kadar sessiz bir çığlık yoktur.
Herkes gülümser, ama kaç kişi gerçekten gülüyor?
Herkes konuşur, ama kim anlatabiliyor içindeki asıl hikâyeyi?
Hiç sorduk mu kendimize; en son ne zaman gerçek duygularımızla var olduk bu hayatta?
En son ne zaman avaz avaz şarkı söyledik, çocuklaşırcasına yolda, bir sahil kenarında ya da evde iş yaparken?
Kim bakar, kim duyar, kim ne der diye düşünmeden...
Ve peki, en son ne zaman birine gerçekten sarıldık?
Sıcacık, içten, hiçbir kelimeye gerek duymadan…
Belki de o anlar, bütün bir ömrün en gerçek yerleri.
Modern zamanın insanı artık duygularını da bir vitrinde sergiler oldu.
Gülüşler, pozlara; hüzünler ise, cümle kalıplarına sığdırıldı!
Yapay, aynılaşmış kalıplardan oluşan düşünce ve duygular ve de suni mısralar, sözler…
Tabii sorgusuzca çemberde var olma çabasında paylaşımlar, gerçek dünyanın benlik karmaşası…
Oysa duyguların özü, gösterilmek için değil, yaşanmak içindir.
Mevlânâ’nın dediği gibi:
“Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”
Biz ne olduğumuzu unuttuk; kim olduğumuzu da başkalarının gözlerinde arar olduk.
Albert Camus bir yerde, “İnsanın en büyük trajedisi, alışmasıdır.” der.
Belki de biz, en çok kendi eksikliğimize alıştık.
Sevinçleri bastırmaya, acıları yutmaya, duyguları saklamaya…
Ve zamanla içimizdeki insan sessizleşti.
Ama insan, hissettiği kadar insandır.
Kalbini susturan, kendini unutur.
Rainer Maria Rilke şöyle der:
“İçinde sakladığın sessizlik, bir gün seni konuşmaya zorlayacak.”
Belki de bastırdığımız her duygu, bir gün bir bakışta, bir şarkıda, bir sessizlikte yeniden doğacak.
Çünkü duygular ölmez; sadece ertelenir.
Gerçek duygular, hayatın en sade anlarında gizlidir.
Bir dostun sesinde, bir çocuğun gülüşünde, bir rüzgârın saçlarını dağıtışında.
Hayatın bize sunduğu küçük anlarda, büyük anlamlar saklıdır.
Simone de Beauvoir’ın dediği gibi:
“İnsan, hissettiği kadar yaşar; hissetmekten vazgeçen, yaşamaktan da vazgeçer.”
Belki de yeniden başlamamız gereken yer tam da burasıdır:
Kendimizle, kalbimizle ve hayatın çıplak haliyle yeniden tanışmak.
Bir kez olsun hiçbir maskeye, hiçbir role sığınmadan; “Ben buyum” diyebilmek.
Kendimizi kandırmadan, sadece var olmanın huzurunu hissedebilmek.
Nietzsche’nin şu sözüyle bitirmek isterim yazımı:
“İnsanın ruhu, bastırılmış duyguların mezarlığı olmamalıdır.”
O yüzden bugün, sadece bir kez bile olsa, gerçekten hissetmeye izin ver kendine.
Birine sarıl, ağla, gül, bağır, sus ama gerçek ol.
Çünkü hayat, o hislerin içinden yeniden doğar.
Ve belki de en çok o zaman, yaşam gerçekten yaşanır hale gelir.
Satırların yarenliğinde yeniden görüşmek dileğimle.
Hoşça kalın…