Gelişmekte Olan Ülkelerin Borç Yükü ve Kuzey Kıbrıs

Dr. Berkan Tokar

Dünyamızın içerisinde bulunduğu çağımız koşulları çerçevesinde, tecrübe etmekte olduğumuz küresel salgın, dünya genelinde yükselen enflasyon ve iklim değişikliğinin yarattığı olumsuzluklar, günlük sosyal hayatımızda da kendini hissettiren küresel tehditler olarak karşımıza çıkıyor. Küresel siyasete yön veren kurumlar bu sorunların krize dönüşmeden yönetilmesi için çözüm önerileri düşünürken yeni bir küresel problemin de kapıda olduğu görülmektedir. Özellikle son dönemlerde Dünya Bankası raporlarında sıklıkla gündeme getirilen gelişmekte olan ülkelerin aşırı borç yükleri nedeniyle oluşan borç krizleri, bahse konu ülkelerdeki sosyal, ekonomik ve demokratik yaşama çok ciddi bir tehdit olarak görünüyor.

Hem Dünya Bankası hem de Uluslararası Para Fonu’nun (IMF), yıllık toplantılarında gelişmekte olan ülkelerin borç yükleri nedeniyle aşırı ekonomik baskı altında oldukları konusu ana gündem maddesi olarak yer aldı. Toplantılar sonucunda acil önlemler alınması gereğini iki kurum tarafından da vurgulanarak endişenin ne kadar büyük olduğunun altı çizildi. Dünya Bankası ve IMF’nin endişeleri haliyle gayet anlaşılır bir endişedir, çünkü birçok gelişmekte olan ülkede borç rekor seviyelere ulaşmış, olası krizlere karşı mevcut ekonomik şartlarından dolayı savunmasız bir hale gelinmiş ve zaman ilerledikçe artan bir borç yükü ve derinleşen yapısal problemler nedeniyle ekonomik risklerin çok büyük olduğu görülmüştür.

Pek tabii de bu sorun dünden bugüne oluşmuş olan bir sorun olarak karşımıza çıkmamıştır. Hatta bahse konu gelişmekte olan ülkelerdeki borç yükünün bu denli artmış olmasında birçok uluslararası finans kurumunun ve gelişmiş ülkenin olumsuz anlamda rolü vardır.  İlk aşamada gelişmekte olan ülkelerin, bir kısmı çok uluslu kuruluşlardan, bir kısmı gelişmiş ülkelerden ve bir kısmı da kendi özel finans sektörlerinden borçlanma olanağı bulmuştur. Gelişmekte olan ülkelerin borçlandırıldığı dönemde dünya ekonomisi büyüyordu ve düşük gelirli ülkeler tarafından üretilen mallara olan talebin varlığı ihracat gelirlerinin artacağı öngörüsü yaratmaktaydı. Dolayısıyla finans odakları için borç geri ödemelerinin gelecekteki ihracat gelirleriyle karşılanacağı varsayımıyla borç verme nispeten güvenli görünüyordu. Ancak 2015’lerden itibaren bu varsayımların tutmayacağı anlaşıldı ve ilk olarak bu endişe o yıllardan itibaren İMF tarafından dile getirilmeye başlandı.

Bahse konu problem Küresel salgınla birlikte daha da kötüleşti ve içinden çıkılması güç ve umutsuz bir vaka haline geldi. Çünkü dünyadaki Covid-19 salgını nedeniyle oluşan olumsuz şartlardan gelişmekte olan ülkeler gelişmiş ülkelerden çok daha fazla etkilendiği bilinen bir gerçektir. Gelişmekte olan ülkeler Covid-19 salgın şartlarıyla mücadele ederken ekonomik imkânlar bakımından gelişmiş ülkelere nazaran çok daha kırılgandı, ekonomilerini canlandırmak için daha az imkâna sahipti ve aşılanma konusunda etkinlikleri çok düşüktü. Gelişmekte olan ülkelerdeki bahsettiğim olumsuz ekonomik şartlara, bu ülkelerdeki yönetim zafiyetleri de eklenince bahse konu problem günümüze daha da kötüleşerek geldi.

Nisan 2020'de, önde gelen gelişmiş ve yükselen piyasa ekonomilerinden oluşan G20 grubu, en yoksul ülkeler üzerindeki acil mali baskıları hafifletmek için tasarlanmış bir ’borç servisi askıya alma girişimi’ adıyla anılan bir inisiyatif üzerinde anlaşmaya vardı, ancak bu girişimin sonucunda günümüze dek çok sınırlı bir başarı elde edildiği dünya bankası raporlarında belirtilmektedir.

Gelinen aşamada geçen yıl uygulamaya konan ’borç servisi askıya alma girişimi’ bu yılın sonunda sona ereceği ve yerini, kamu ve özel tüm alacaklıları içermesi ve askıya almak yerine borç iptali önermesi beklenen bir girişim olan Borç İşlemleri için Ortak Çerçeve ile değiştirilmesi öngörülüyor. Bu girişim borçlandıran merciler tarafından ne kadar kabul görecek ileriki dönemde göreceğiz.

Diğer yandan dünyadaki gelişmelerden kopuk olarak seyreden kendi ülkemizde neler oluyor diye bakacak olursak 2017 den itibaren %20 oranında daralan bir ekonomi, borç limitlerini bütçesel anlamda doldurmuş bir durumda olduğumuzu görürüz. Yine borç stokunun önemli bir bölümünün yüksek faizle özel finans kuruluşlarından alınan borçlardan oluşu, durumun güçlüğünü daha da artırmaktadır. Borçların geri ödenebilmesi ekonomik olarak büyümenizle doğrudan ilgilidir. O yüzdendir borcun harcandığı alanlar eğer ekonomiyi büyütecek projeler için değilse bu borçların geri dönüşünde ciddi riskler oluşacağı anlamına gelmektedir. Bizim ülkemizde de alınan borçların tamamı maaş ödemeleri için olduğu ve ekonomiyi büyütecek herhangi bir proje için olmadığı bilinmektedir.

Sonuç olarak, ülkemizin içerisinde bulunduğu borç yükü yapısının birçok riske açık olduğunu söyleyebiliriz. Bu çerçevede herhangi bir ekonomik veya mali kriz yaşanması durumunda, ülkemizin sosyal ve ekonomik yaşamının ayrıca demokrasisinin çok ciddi şekilde baskı altına gireceği kaçınılmazdır. Dolayısıyla içerisinde bulunduğumuz yüksek risk içeren ekonomik yapı çok iyi yönetilmeli ve bahse konu borç sarmalından çıkış stratejisi önceden planlanarak uygulamaya konmalıdır.