Geçmiş, Gelecek ve Şiire Dair

Neşe Yaşın

Başlayan her yeni günle birlikte bizi bekleyen hayatın yanı sıra bir yandan da kendi içimizde ve belleğimizde süren bir hayat var diye düşünüyorum. Benim için bu, anılar için verilmiş bir parti gibidir bazen...

Konuklar, teker teker ellerinde armağanlarla gelirler ve onları karşılarım. Kimileri şefkatle, kimileriyse acıyla bakar. Kimisinin kucağında çiçekler, kimisinde ise içimi acıtan gizli işaretler... Mahcubiyet, kırılganlık ve mutluluk anları birbirine karışır.

Amerikalı profesör arkadaşım Benjamin Broome, anlatmıştı: Bir Yunanlıdan, durduğu yerden geçmiş ve geleceğin yönünü göstermesini istemiş. Yunanlı, geleceğin arkasında; geçmişin ise önünde olduğunu çünkü geçmişi görebildiğini ama geleceğin gizli ve bilinmez olduğunu anlatmış. Aynı soruya yanıt veren bir Amerikalı ise geçmişin arkasında ve geride kalmış olduğunu; geleceğin ise önünde durduğunu ve onu görüp ona doğru yürüdüğünü belirtmiş.

Ben galiba Yunanlı’nın bulunduğu yerdeyim daha çok. Bu biraz da şiirle olan ilişkimden kaynaklanıyor olmalı. Belki de şiir, o geçmişte saklanıyor benim için. Bir şiir kitabıma “Bellek Odaları” adını vermiş olmam tevekkelli değil.

“Değişen dünyayla birlikte şiir de değişmeli mi ?” sorusu sıklıkla sorulan bir soru. Pek çok şair, yeni arayışlara girip denemeler yapmakta, çağın yeni şiirini yazma iddiasında bulunmaktadır. Ama söz konusu şiir olunca bütün bunlar biraz da gereksiz çabalar gibi geliyor bana. Şiirin bütün bu teknolojik gelişmeler karşısında biricik direnme noktası onun “arkaik bir söz” olması ve hiçbir tasarım ya da projeye uyum sağlamamasıdır diye düşünüyorum. Bu denemeler, bir hoşluk taşıyabilir kuşkusuz. Bazen, ben de onların zekice buluşlarına hayran kalıp keyifle okuyorum. Pek çoğu, önemli bir şiir zekâsının ürünü... Kimse böyle yazmasın demiyorum. Benim kızdığım, tam da bunun tersi bir yaklaşım: “Şiir budur; gerisi boştur” deyip kendi anlayışı dışındakini yok sayma eğilimi.

Bana sorarsanız, bu dünyada şiirin yanında durabilecek diğer sözcük aşktır. En saf biçimiyle arkaik bir duygu olarak aşk…

Aşk, nasıl çağlar boyunca en özlü haliyle var olabilmişse; şiir de çağlar öncesindeki sesiyle var olabilir diye düşünüyorum… Yeryüzünü ve insanın evren karşısındaki kaybolmuşluğunu ve yalnızlığını dillendirir biçimde. Bütün teknolojik gelişmelere karşın kendi  ontolojik sorunsalını sürdürerek…

Bir zamanlar “Siz hâlâ babanızın şiirini mi yazıyorsunuz?” diye bir soru ortaya atılmıştı. Bu meyanda, kendi duygumdan söz edecek olursam; ben büyükannem Sapho’nun şiirine ne kadar yakınsam o kadar mutlu oluyorum.

Çağlarla birlikte her şey değişiyor nasılsa. Şiiri biricik kılan ise belki de direnen olabilmesi; dünyanın yaratıldığı ana, insanın çıplak özüne, onun gizemine bu kadar yakın durabilmesi.

Modern şiir ve onun devrimini kuşkusuz ki yadsımıyorum. Hatta bence modern şiir biraz da araçsallaşan şiiri boyunduruğundan kurtarmış, onu tasarlanmış anlamlardan azade edip sözcüklerin saflığına kavuşturmuştur. Modern şiirin  bisikletle bir gezi yapmaya benzediğini kim söylemişti? Şiir bize sürekli yeni keşifler sunan canlı bir varlık gibi ve onu her okuyuşta başka ayrıntılara ulaşıyoruz. Ama çağların belleğiyle insanın iç sesi ve kavramları ne kadar karmaşıklaşmış görünse de; ta derinlerdeki o ses, vahşi doğanın uğultusu değil mi hâlâ? Şiir, eğer başka hiçbir biçimde anlatılamayana ulaşmanın aracıysa bu onun alanını en gizemli olana, yaklaştırmaz mı?

Teknolojinin sözcükleri şiire girseler bile kısa sürede eskiyeceklerdir. Oysa şiir belki de insana dair hiç eskimeyenin peşinde dolanabilmeli. Çünkü bu dünyada bu işi ondan başka ve daha iyi yapacak yok gibi... Neşideler Neşidesi  bugün hâlâ güncel bir metin olabiliyorsa bunu neye borçlu dersiniz?