Galopsidalı bir annenin trajedisi…

Sevgül Uludağ

Galopsidalı bir annenin trajedisini okuyorum “1963 e 1974 Kayıpları”yla ilgili çok değerli arkadaşımız, “kayıp” yakını Katerina Antona’nın yarattığı sosyal medya sayfasında… Pambu Vasila’nın kaleme aldığı yazıyı “google çeviri” aracılığıyla çeviriyor ve okuyorum… Okurlarım için bu öyküyü Türkçeleştiriyorum…

Bu öyküyü duymuştum ancak bu kadar ayrıntılı biçimde bilmiyordum – Galopsidalı bu annenin neler yaşadığını insanın gözünde canlandırmaya çalışması bile nafile bir çaba aslında – savaşın en korkunç haliyle göz göze geliyor insan ve soluğu kesiliyor…

Oğlu ve eşi Galopsida’da öldürülmüş, naaşları Ahna’ya gömülmüş – hemen ardından Ahna’ya Türk askerleri girip de orası askeri bölge olunca, eşiyle oğlunun mezarları da orada, askeri bölgede kalmış…

Bırakın oğlunu ve eşini kaybetmesini, mezarlarına bile gidememiş…

24 Ağustos 1974 tarihinde, Galopsidalı (Çayönü) yedi çocuk annesi olan Lukia Hanım, sekizinci çocuğuna hamileymiş ve savaşın tam ortasında kalıvermiş…

O talihsiz günde yedi çocuğunun babası olan, değerli eşi Stathis Theodoru, oğlu 16 yaşındaki Yannis’i de yanına alarak Ahna’dan Galopsida’ya doğru yola çıkmış kamyonuyla…

16 yaşındaki Yiannis, Omorfo’daki Tarım Okulu’nda öğrenci imiş…

Son birkaç günden beridir, bir arkadaşlarının evinde, Ahna’da kalmaktaymışlar çünkü Türk askerleri Galopsida’ya girmişmiş ancak Ahna’da ortalık henüz sakinmiş ve eşi Stathis ile oğlu Yiannis, köye dönerek sırt-başları için birkaç parça giysi almak ve mandrada kalmış olan hayvancıklarına bakmak niyetindeymişler… O günlerde aslında Ahnalılar da biraz tedirginmişler, köylerinin her an işgal edilebileceğinden korkuyorlarmış ve komşu köylerden ve daha uzak bölgelerden dahi buraya Kıbrıslırum göçmenler akın akın gelmekteymiş…

Stathis Theodoru, yanına oğlu Yannis’i alarak altı çocuğunu ve hamile eşi Lukia’yı Ahna’da bırakmış ve yola koyulmuş… Lukia hanım, sekizinci çocuğuna hamileymiş… Kamyonla yola çıkmışlar ve Galopsida’ya varmışlar…

O günlerde henüz dört yaşında olan ailenin en küçük evlatlarından Lambros, daha sonra annesinden ve abilerinden dinleyecekmiş babasıyla abisine Galopsida’da neler olduğunu…

Bay Stathis o günlerde 36 yaşındaymış, oğlu Yiannis ise 16 yaşında – ilkokul yolunu takip ederek kamyonuyla Galopsida’da ilerlemeye başlamış ve evine gitmeye çalışmış… Evlerine varmaya tam 200 metre kalmışmış ki, Kuklalı bir Kıbrıslıtürk olan A…. Önlerini kesmiş arkadaşlarıyla birlikte… Bölgeden bazı Kıbrıslıtürkler de ona eşlik etmekteymiş… Aslında Bay Stathis, kamyonunun önünü kesenlerin çoğunu tanıyormuş çünkü çiftçilik ve çobancılığın yanısıra Bay Stathis aynı zamanda Mağusa-Galopsida arasında çalışan bir otobüsün de sahibiymiş… Bu nedenle bölgedeki Kıbrıslıtürkler’i de tanıyormuş…

Kamyonun önünü kesen A. adlı şahıs, yanındakilerle birlikte ellerini kana bulayarak yedi çocuk babası 36 yaşındaki Bay Stathis ile 16 yaşındaki oğlunu öldürerek, Lukia Hanım’ın 34 yaşında altı çocuk ve hamile olduğu yedinci çocuğuyla birlikte dul kalmasına yol açmış… Lukia Hanım, kocası ve oğlu öldürüldükten tam bir ay sonra sekizinci evladını göçmen kampında dünyaya getirecekti…

O günlerde Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nden gelen bazı bilgiler ve aileye ulaşan bazı tanıklıklar bulunuyordu – o Cumartesi, aile için kara bir gün olmuştu çünkü A. ile bariyası, kamyonun önünü keserek 16 yaşındaki Yiannis Stathis Theodoru’yu da, babası Stathis Theodoru’yu da kamyondan aşağıya indirmişti – A.’nın silahlı arkadaşları anında ve soğukkanlılıkla Yiannis’i oracıkta öldürmüşler ve Yiannis’in buna direnecek herhangi bir fırsatı olmamıştı…

Ancak Bay Stathis’in sırtındaki çeşitli bıçak yaraları olsun, üstündeki diğer yaralar olsun, onun bu silahlı gruba karşı direnmeye çalıştığını gösteriyordu anlatılanlara göre…

O günlerde dört yaşında olan Lambros, annesi Lukia Hanım’ın o günkü kaygılarını unutamamış, bunu hatırlıyor… Saatler geçip de eşi ve oğlu Galopsida’dan geri dönmeyince, kadın giderek endişelenmeye başlamış ve artık bu uzun bekleyişe dayanamayarak, dört yaşındaki Lambro’yu da yanına almış ve Galopsida’ya doğru yola çıkmışlar… Güneşin gavuşmaya başladığı saatlerde 34 yaşında, sekiz aylık hamile bir kadın Ahna’dan Galopsida’ya gitmeye çalışıyormuş yaya olarak… En büyük çocuğu 19 yaşında, en küçük çocuğu dört yaşında ve kendisi de sekiz aylık hamileymiş 24 Ağustos 1974 tarihinde…

Ancak ertesi günü yani Pazar veya Pazartesi günü yani 26 Ağustos tarihinde Lukia Stathis Theodoru korkunç gerçeği en korkunç biçimde öğrenmiş: Kocası ve oğlunun o korkunç trajedisini öğrenivermiş… O aşırı sıcak yaz gününde Bay Stathis ile oğlu Yiannis’in naaşları şişmiş vaziyette Birleşmiş Milletler tarafından alınarak aileye getirilmiş… Naaşların durumu nedeniyle cenaze töreni Aya Marina kilisesinin avlusunda yapılmış ve naaşlar alel acele Ahna mezarlığına defnedilmiş…

Cenaze töreninden üç-dört gün sonra Türk askerleri bu köye girdiklerinde, tüm köylüler ve bu köye sığınmış olan göçmenler burayı terk etmek zorunda kalmışlar ve Ahna ormanına gitmişler…  Ahna artık askeri bir köy olacak ve mezarlık da Kıbrıslırumlar için artık “ulaşılmaz” olacaktı – böylece Lukia Hanım oğluyla eşini kaybetmekle kalmamış, bir daha onların mezarlarını da ziyaret edememiş…

Lukia Hanım, 2009 yılında vefat etmiş ve Ahna Ormanı’na defnedilmiş… 1974 savaşı ardından 35 yıl daha hayatta kalmış ancak artık hiç kimsecikler onun gülümsediğini görmemiş, sağlığı da son yıllarda giderek bozulmuş…

Onu tanıyanlar, eşinin ve oğlunun öldürülmesinden 30 yıl sonra dahi Lucia Hanım’ın sürekli ağlamaktan kızarmış gözlerle dolaştığını anlatıyorlar… Her gece ama her gece, saatlerce ağlarmış Lukia Hanım, kaybettiği eşi ve oğlu için…

1974’te hem göçmen, hem dul bırakıldıktan sonra dört elle çalışmaya sarılmış, öksüz bırakılmış olan yedi evladını besleyip büyütmek için geceli gündüzlü çalışıp çabalamış… Onlara hem analık, hem babalık yapmış, insanlık onuruyla hayatta kalmaya çalışmış…

Lukia Hanım, evlatlarına hiçbir zaman o talihsiz, kara gün olan 24 Ağustos 1974’ten söz etmemiş… Tüm acısını ve gözyaşlarını kendine saklamış… Sürekli çalışmış ki yedi öksüz çocuğunu kimseye muhtaç etmesin…

Başını sokup, dişini sıkıp uğraşmış, dövünmüş durmuş… Evlatçıklarına kol kanat germiş…

Pambu Vasila, Lambro’yla aynı göçmen yerleşim yerinde olduklarından arkadaş olmuşlar… Pambu, babasına “Lambros’un neden babası yok?” diye soruyormuş küçük yaşlardan başlayarak, babası da ona “Türkler onun babasını öldürdü” diyormuş… Pambu Vasila, “O nedenle Lambros, çok küçük yaşlardan başlayarak annesine yardım ediyordu, sürekli çalışıyordu – bizlerin hep babalarımız vardı, onun babası yoktu ve dinlenecek vakti de yoktu… Beşikten başlayarak tüm hayatına damgasını vuran bu öyküyü konuştuk onunla” diye yezıyor Pambu Vasili. “Belki böylece insanlara bir mesaj iletebiliriz” diyor ve şöyle noktalıyor yazısını:

“Galopsida’dan Stathis Theodoru’nun evlatları, Ahna mezarlığında gömülü olan babaları ve kardeşlerinin mezarlarının kazılarak oradan çıkarılmasını, böylece Ahna Ormanı’nda defnedilmiş olan annelerinin naşıyla birlikte gömülmelerini istiyorlar ve bunun için konuyla ilgili sorumlulardan yardım talep ediyorlar… Onların annesi Lukia, isimsiz bir kahraman…”

(ΑΓΝΟΟΥΜΕΝΟΙ 1963- 1974..MISSING 1963- 1974 Bi-communal Group – İki Toplumlu 1963-1974 Kayıplar Grubu Facebook sayfasından özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN – 25.6.2020)

 


Resimlerde 16 yaşındaki Yiannis, babası Stathis Theodoru ve annesi Lukia Hanım görülüyor…


“Sinan’ın Tekkesinde Ölüm’e bir bakış…”

Baba tarafı Selanikli bir genç olarak, küçük yaşlardan beri sürekli Balkanlar hakkında hikâyeler dinleyerek büyüdüm. Babamın tarihe olan ilgisi, Türkler ve Müslümanlar hakkındaki bilgi birikimi ve “anlatmaktan zevk duyan” kişiliği sayesinde, benim kimliğim de biraz onunkine benzer merakların oluşturduğu zemin üzerinde gelişim gösterdi. Tarih öğrenimi görmeyi seçmemiş olsam da tarih okumaya, özellikle de Balkan tarihi okumaya devam ettim. İşte bu nedenle Sinan’ın Tekkesine Ölüm hakkında yazmayı düşünür müyüm diye sorulduğunda sevinerek kabul ettim.

İvo Andriç’in evvelce yayımlanan kitaplarını da severek okumuştum. Bilhassa çoğunluğun en sevdiği kitap olan Drina Köprüsü benim de favori Andriç kitabımdır. Drina Köprüsü’nün ana meselesi olan Bosna tarihi aslında Andriç’in edebiyatı için açıklayıcı bir unsur. Doktorasını “Osmanlı Yönetimindeki Bosna-Hersek’te Kültür Yaşamı” teziyle bitirmiş olan yazarın edebi hayatında da ana mesele olarak bunu seçmesi elbette çok doğal.

Andriç’in, 1950’lilerin sonu ve 1960’larda yazmış olduğu dokuz hikâyeden oluşan bir kitap Sinan’ın Tekkesinde Ölüm. Dilimize tercüme edilen önceki kitaplarında da görmüş olduğumuz tarihi meseleler hassasiyetini bu kitapta da oldukça net bir şekilde görmemiz mümkün. Valileri, ağaları, Boşnak Müslüman ve Hıristiyanlar halklarına mahsus özellikleri, şehir efsanelerini, yapıları, tıpkı diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da okumaya devam ediyoruz. Bosna’daki hayatı titizlikle işleyen Andriç, bu işçiliği yaparken her büyük yazarda görebileceğimiz bazı kişisel metotları kullanmayı es geçmiyor. Öykülerinde, günlük hayatı standart bir zaman dilimi içerisinde anlatırken vurgulamak istediği nüansları okuyucunun zihnine zorlama bir montajlamayla değil, rahat ve akıcı anlatımının yardımıyla kolaylıkla yerleştiriyor. Öykü isimlerinin seçimi de bu rahatlık ve akıcılığı kanıtlayacak isimler: Vezirin Filinin Hikâyesi, Zepa Üzerindeki Köprü, Tırmanıcılar, Ali Paşa… Bana kalırsa onu Balkanların en çok okunan ve sevilen yazarlarından biri haline getiren şey de bu konudaki ustalığı. Sade dil kullanımı överken, bazı simgesel kullanım ve göndermeleri de es geçmemeli. Kitabın önsözünün yazarı olan Barış Özkul’un da belirttiği gibi, Moby Dick’teki balinayla Vezir’in Fili arasında büyük bir benzerlik bulunuyor.

Kitaptaki dokuz öykünün her birinde tarihi öğeleri görmek mümkün. Kitabın açılışı Vezirin Filinin Hikayesi’yle yapılıyor. Bosna’ya yeni atanan vezir Seyit Ali Celâlettin Paşa, birçok Osmanlı veziri gibi hâkimiyetini kanla, sertlik ve acımasızlıkla kuruyor. İlk görev günlerinde kelle alarak halka dişini göstermeyi ihmal etmeyen veziri –hikâyenin isminden de anlaşılacağı gibi– ilerleyen zamanlarda kendisine Afrika’dan bir fil getirtiyor. İşte tüm mesele; yani halkın gerçekçi tasviri, psikolojik tahliller burada daha net bir şekilde ele alınmaya başlanıyor. Saray alanı file küçük geldiğinden, bir zaman sonra evcil hayvanmışçasına halk arasında; meydanda, pazarda dolaştırılmaya başlanıyor ama sonraları bu alanlar da file dar geliyor. İnsanlara, dükkânlara, satış alanlarına zarar vermeye başlayan file halk nefret ve kin beslemeye başlıyor.

“Fil çarşıda evindeymiş gibi hareket etmeye başlamıştı bile ve her geçen gün isteklerini gerçekleştirme hevesi, gücü ve mahareti artıyordu, bu istekleri öyle şeytani bir kurnazlık ve neredeyse insana ait bir fenalık taşıyordu ki –en azından şaşkın ve kızgın çarşı esnafına böyle görünüyordu– bunların ne olabileceğini kimse tahmin edemiyordu. Bir anda yoksul bir adamın erik sepetini deviriyor, ardından dişlerini savurup köylünün birinin duvara yaslayıp dizdiği yaba ve tırmıkları düşürüyordu.

İnsanlar doğal bir felaketle karşılaşmışçasına yoldan çekiliyor, öfkelerini bastırıp zararı üstleniyordu. Yalnızca bir kere, pastacı Vejsil kendini korumaya çalışmıştı. Fil, dişlerini adamın keklerini yerleştirdiği tablaya doğru uzattığında Vejsil ondan hızlı davranıp hayvanı uzaklaştırmak için tahta bir kapak savurdu, hayvan geri çekildi çekilmesine fakat sonra sırım gibi, güçlü kuvvetli Filfil, bir maymununki kadar uzun kollarıyla koşup yetişti ve Vejsil’e öyle bir tokat attı ki kimse Travnik’te böylesini görmemişti.” (s. 28)

Öykünün devamında yaşanan olaylarla birlikte İnsana dair yapılan filozofça sorgulamalar, inanıyorum ki okuru kitaba sıkı sıkı bağlayacaktır. Andriç, bu ikirciksiz, sağlam sorgulamalarıyla okuyucuları kendisine (kitaplarına) çekmeyi çok iyi biliyor.

Geriye kalan sekiz öykünün neredeyse tümünde, Müslüman-Hıristiyan halk ilişkisini tarihi olaylar ya da tarihi anlatımlar etrafında örüyor Andriç. Tırmanıcılar isimli öyküsü iki ayrı dine sahip insanların ortak bir özelliğini ele alıyor. Ayrı amaçlar için kullanılan bu ortak özelliği okurken aslında halkların birbirinden çok da farklı olmadığını, yalnızca dinin ne kadar da keskin bir öğe olabileceğini tekrardan anlıyoruz. Ki zaten, aynı topraklar üzerinde uzun yıllar birlikte yaşayan milletler, istemeseler de birbirilerine benzemeye mahkûmlar. Misafirhanede isimli öyküyü okurken de, istemeden şuna tekrardan kanaat getiriyoruz: Din, her ne olursa olsun, yüzyıllar da geçse, müthiş icatlar da bulunsa, bize kan kusturmaya devam edecek iki şeyden birisi. Kitaba ismini veren öykü hakkında çok fazla bir şey söylemeyi istemiyorum, kitabın en iyisi. Sinan’ın Tekkesinde Ölüm’ü bir alıntıyla, öykünün son cümlesiyle anlatmak hem okuyucu hem de benim için çok daha yararlı olacak:

“Böylece son nefesini verdi Ali Dede. Bir Cuma akşamıydı, yeni ay gecesiydi ve genel kabule göre ölümü de hayatı gibi bir mucizeydi ve kutsaldı ve insanların içini hayranlıkla doldurmuştu.” (s. 100)

Andriç’in, Müslüman halkı yerdiğini, Osmanlı paşaları hakkında büyük suçlamalarda bulunduğunu, hatta olayı daha da ileri götürerek “Türk ve İslam karşıtlığıyla” Nobel kazandığını kaleme alan birkaç yazıyla karşılaşmıştım. Yaşanan olayları “Türk”lükle ya da “Türk” tarafından anlatmayan herkese yapıştırılan damgalar Andriç’e de zamanında yapıştırılmış ve yapıştırılmaya devam ediyor. Ancak gerçek okuyucu biliyor ve bilecektir, Andriç, Yugoslavya’nın Tolstoy’u olarak, her zaman okunması müthiş zevkli hikâyeler kaleme aldı, tarih bilgisini ve sosyolojik gözlemlerini, yaratmış olduğu açık-duru anlatımıyla defalarca biz okuyuculara sundu. Müge Günay’ın dilimize tercüme ettiği, Barış Özkul’un yazar ve kitap hakkında yol gösterici bir önsöz kaleme aldığı Sinan’ın Tekkesinde Ölüm’le, İvo Andriç maceramıza devam ediyoruz…

(T24 – Veysel OĞULCAN – Haziran 2020)