Futbol oyunu mu meydan muharebesi mi?

Tümay Tuğyan

 


Her ülkenin kendine has kimlik dinamikleri olduğu gibi, tarihsel hafızası da deneyimler temelinde farklılık gösterir.

Ve bütün bunlar, o toplumun kullandığı ‘dil’ üzerinde yadsınamaz etkiler yaratır.

Geçmişten getirdiğimiz her türlü birikim, yani diğer bir deyişle kültürel yığınaklarımız, ‘dilimizi’ dönüştürdüğü gibi, tersi etkileşimle ‘dilimiz’ de bizi yeniden ve yeniden üretme kabiliyetine sahiptir.

Başta tarihsel hafıza olmak üzere söz konusu kültürel yığınaklarımızın ‘dilimiz’ üzerinde sahip olduğu güçlü etkinin kendini sıklıkla aşikâr ettiği alanlardan biri de kuşkusuz futbol.

Dünyanın belki de en popüler spor dalı olan futbol, şu günlerde Kıbrıs adasının birleştirici paydalarından biri olarak anılmakta olsa da, ayrıştırıcı etkisi maalesef çok daha baskın.

Bakın Gündüz Vassaf, Radikal Gazetesi’nde yayınlanan ‘Futbolu sever misiniz?’ başlıklı köşe yazısında nasıl bir saptama yapıyor:

“ (...) Savaş geçici. Ülkeleri, insanları taraflaştırıp düşmanlaştıran futbol ise gündelik hayatımızda. Sürekli milliyetçi duygularımızı tetikliyor (...) Barıştan yana olduklarını ifade edenler, iş futbola gelince, üniforma, bayrak, slogan aitliğinde taraflaşıyor (...) ”

***

Gelişen iletişim teknolojileri sayesinde, sosyolojik etki alanını giderek artırmakta olan futbolu, salt bir ‘spor müsabakası’ olarak görmek artık neredeyse imkansız.

Geçende Galatasaray-Juventus maçı oynanıyor.

Yine her zaman olduğu gibi televizyon başındaki taraftarın bir elinde kumanda, ötekinde Facebook.

An be an durum güncellemesi yapılıyor, küfrü sövgüsü bol tarafından.

Sanırsınız ki, ‘meydan muharebesi’!

Sanırsınız ki Kanuni’nin orduları, Viyana sırtlarını dövüyor!

Nihayetinde maç Galatasaray’ın 1-0’lık galibiyetiyle sona erince...

Ey Juventus, sen misin yenilen?

En manidar manşet atılıveriyor hemen:

“Galatasaray bir kez daha Avrupa’da tarih yazdı!”

***

Sıradan bir spor ‘oyunu’, barışçı değil savaşçı bir bakış açısıyla, militer bir söylem üretiminin ana malzemesi haline geliveriyor.

Tamamıyla ortaçağı çağrıştıran bir fetih zihniyeti var arkasında.

Muhtemelen, tarihte fethi gerçekleştirilemeyen topraklar, bu zihniyetin birer askeri gibi o sahada mücadele eden futbolcular tarafından, geç de olsa imparatorluk haritalarına katılıyor.

Haliyle, karşı takımın futbolcuları da yine militer bir ifadeyle, ‘düşman’ olarak konumlanıyor.

Tabii bu halet-i ruhiye sadece başka ülkelerin takımlarıyla yapılan maçlar için geçerli değil.

Örneğin bir Galatasaray-Fenerbahçe maçında da, dışarıdaki değil içerideki ‘düşmanla’ mücadele ediliyor.

‘International’ düzeyden, ‘intranational’ düzeye, yani uluslararası düzeyden ulus içi düzeye geçiliyor!

Tek fark, bu kez ‘fethedilen’ Şükrü Saraçoğlu ya da Türk Telekom Arena oluyor, o kadar.

Mantık gene aynı mantık, dil gene aynı dil, söylem gene aynı söylem.

Futbol’da her şekil, ‘kavga edecek bir düşman’ var!

Birbirini yumruklayan kaç tenisçi tanırsınız?

Ya da herhangi bir tenis maçında, tribünde çıkan bir arbede var mı hatırınızda?

Peki yolda sokakta birbirini öldüren Steffi Graf veya Martina Narvatilova taraftarları?

Voleybol...

Atletizm...

Kayak...

Su topu...

Hentbol...

Var mı aklınıza gelen?

Ya da varsa, kaç tane acaba?