Evripidis Ornitharis, kendisi küçük bir çocukken Evretu’dan gelerek babasının yanında çalışan mavi gözlü Veli Bey’i hatırlıyor ve ona ne olduğunu çok merak ediyor… Sosyal medyada yazdığı yazıyı ricamız üzerine İngilizce’ye çevirdi, biz de okurlarımız için bu anlamlı yazıyı Türkçeleştirdik. Evripidis Ornitharis’in yazısı özetle şöyle:
“Bay Veli, Evretulu idi. Günümüzde köyünün yarısı sular altındadır, burada aynı isimle anılan bir baraj vardır…
İşgal ile Kıbrıslıtürkler’in köyden ayrılması arasında geçen birkaç aylık süre içerisinde Bay Veli, babam için çalışmaktaydı… Bu aslında tuhaf birşeydi çünkü o günler, gerçekten zor günler olmalıydı… Ben küçük bir çocuktum… Belki de eski arkadaştılar… Bilmiyorum… Babamın böylesi şeylere pek aldırdığı da yoktu açıkçası…
Bay Veli her sabah babam için işlemeye gelmek üzere 3-4 kilometre yol yürüyordu… Annem onun için kahvaltı hazırlıyordu, ekmek, hellim, zeytin, bildik şeyler… Ve her zaman da Vlahas kutu sütüyle hazırlanmış bir fincan Neskafe yapardı Bay Veli’ye. Veli, buna bayılırdı… Ben de onun yanında oturur ve onu incelerdim. Herhalde biraz çekingenlik taşıyordum ki onunla konuştuğumu hiç hatırlamam.
Bir gün, hemen Noel sonrasında şöminenin yanında asılı duran domuz pastırmalarından istemişti, bunu hatırlarım. Kendi aralarında birşeyler konuşup gülüşmüşlerdi…
2-3 ay daha çalıştıktan sonra Bay Veli artık gelmiyordu bize. Neden böyle olduğunu sormamıştım, çocuk olduğum için çok da umurumda değildi o günlerde böyle şeyler… Zaman geçti ve bir gece babam eve geldi… Anneme, “Hemen biraz Vlahas kutu sütü ve Neskafe’yle bir çanta hazırla” dedi…
Annem hiçbir şey söylemedi ama anlamıştı…
“Başka bir şey de koyayım mı çantaya, Andreas?” diye sordu babama…
“Ne istersan koy çantaya” dedi babam.
Ertesi sabah, beni de yanına aldı. Pastırma kokulu çantayı ben taşıyordum.
Poli-Baf yolunda durdu, iki köy arasında hemen hemen ortada, çantayı aldı, arabadan indi, birkaç dakikalığına ağçların arasında kayboldu… Geri geldiği zaman hüzünlüydü, gözlerinden duyguları okunabiliyordu. Ben bir şey demedim, bir şey de sormadım… Farketmeden, Poli-Baf yolu benim için ilk bölücü hatta dönüşecekti…
NOT: Evretulu herhangi bir Kıbrıslıtürk bu yazdıklarımı okursa, Veli’nin başına ne geldiğini belki bana söyler… Bay Veli, hatırladığım kadarıyla zayıftı, mavi gözlüydü… Babam da mavi gözlü olduğu için gözlerinin rengi aklımda kaldı…”
OKURLARIMIZA NOT: Bay Veli’yle ilgili bilgi sahibi olan okurlarımızı, 0542 853 8436 numaralı cep telefonumdan beni aramaya davet ediyorum…
*** BASINDAN GÜNCEL…
“Nefret çağında…”
Yorgos KASKANİS/ALPHA NEWS LIVE
İşte yaşadığımız dünya bu. Ve toplumlar yıkıcı çatışmaların arenasına dönüştükçe daha da kötüye gidecek. Bizi sosyal medyanın karanlık kuyusuna atanların aklında muhtemelen bu vardı. Herkesin kamusal bir söz ve otorite sahibi olduğuna inandığı bir yer. Gelişmelere müdahale ettiğimiz ve yoldaşlar kazandığımız yanılsamasına kapıldığımız bir yer. Peki en sonunda ne oluyor? Bir konuda ‘aynı fikirde’ olanlar, başka bir konuda ‘düşman’ oluyor. Hayır, bu fikirlerin bir arada fermente olması değil. Bu, herkesin içinde ne kadar kolay sürüklendiğini ve ne kadar ‘başkalarını hoş tutmaya’ meylettiğini fark etmeden yüzdüğü bir bataklık.
NEFRETİN BOYUTU…
Ve böylece, İsrail’in—açık ya da gizli—düşmanları İran’ın saldırılarını sevinçle karşılar. Bu çatışmadan kaynaklı nefretin, reddettikleri politikaları sürdüren ve güçlendiren şey olduğunun farkına varmadan. Ve İran’ın teokratik rejiminin fanatik muhalifleri de—aynı şekilde açık ya da gizli—İsrail veya Amerika’nın saldırılarını kutlar. Onlar da bu nefretin ülke vatandaşlarının büyük bir kısmının reddettiği bir rejimi iktidarda tuttuğunun farkında değiller. Sonuçta, her ikisinin de hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu nefret ve karşılıklı yıkımın yakıtını, dünyada olup biten her şey hakkında her şeyi bilen uzak gözlemciler, yani bizler sağlıyoruz.
“MUTLAK GERÇEK” YANILGILARI…
Bu yerde, mutlak gerçeğin var olmadığını anlamak onlarca yıl aldı. Yüzleşme, iyilik ve kötülük, kurban ve fail mantığıyla büyüdük. Ve yıllarca bize beslenen ‘mutlak gerçeklerin’ geçmişte ve şimdi yaşadıklarımıza çözüm getiremeyeceğini anlamamız için çok şey olması, gözlerimizin olan bitenden çok daha fazlasını görmesi gerekti.
DEĞİŞMİYORUZ VE BU YÜZDEN İLERLEYEMİYORUZ…
Ama görünüşe göre değişmiyoruz. Ve belki de bu yüzden ilerleyemiyoruz. Çünkü her seferinde içimizi nefretin sınırlarına dokunan veya onları aşan duygularla doldurursak, bu duygular karşılaştığımız tüm zorluklarda bize yol gösterecektir. Ve sonra yine kendi seçtiğimiz tribünlerde kendimize bir koltuk arayacağız…
(ALPHA NEWS LIVE’da 24.6.2025’te yayımlanan Yorgos Kaskanis’in yazısı, PENNA tarafından Türkçeleştirildi…)
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR YAZILAR…
“Gümüşhaneli bir Rum ailenin sürgün acısı…”
Aleksis PANANİDİS/YÜZLEŞME ATÖLYESİ
Bu okuyacağınız öykü Osmanlı ahalisinin trajik sürgün hikâyelerinden sadece biridir.
1878 Osmanlı-Rus savaşı yaşandığı sıralarda ailemiz, trajik bir hayat serüveninin henüz ilk adımını atıyordu. Artık insanlarımızın sürekli olarak yaşadığı güvensizlik hissi, malından mülkünden olma korkusu, yerinden yurdundan edilme tehlikesinin altında hayli yıpranmışlardı. Bu nedenle ailemiz, akraba ve komşularımızla birlikte, ata toprağı Gümüşhane’yi terk etmek zorunda kalmış.
Dedem Palapanidis’in doğduğu yer; Gümüşhane’nin küçük bir köyü olan Demirci köyü hakkında, tarifi imkânsız bir nostalji ile konuşurken, bana anlattıklarını çok iyi hatırlıyorum: Çocukluk yıllarının yaramazlıklarını, hayvanları gütme hevesini, insanların saatlerce tarlada yorulmadan nasıl çalıştıklarını anlatırdı. Ailesi çiftçiydi. Komşularının büyük bölümü, bölgede faaliyet gösteren maden ocaklarında çalışırken, bazıları Trabzon’a ve bazıları da Rusya’ya gurbete giderlerdi. Köyün içindeki bir tepenin doruğuna inşa edilmiş Profit İlia kilisesinin önü, hem köylerinde yaşayan Müslümanların hem diğer köy ahalisinin, bayram havasında buluştukları, eğlendikleri yer idi; oraya gidenler güncel sorunlarını unuturlardı.
Dedem bana aile serüvenimizi anlatırken, şöyle demişti;
“Her şey değişmeye, korku denen şey Rumların yüreğinde yuvalanmaya başladı. Tarlalarımızın bir kısmı elimizden alınmış, Kafkaslardan gelen Müslümanlara verilmişti. Diğer yandan devlet, bizden daha çok vergi istiyordu. Bazı komşularımız, vergi yüzünden borç altına girmiş, daha sonra ödeyememişlerdi. Hayvanlarını satmak zorunda kalmışlardı. Bunlar yetmiyormuş gibi, bir de soyguncu çeteler müptela olmuştu köy halkına… Onlara karşı geldiği için, Kharonos’un Kotso’yu öldürdüler.
Sadece bizim köy için geçerli değildi bu sorun. Komşu köyler de, aynı sıkıntı içindeydi. Müslüman çeteler her geçen gün, biraz daha saldırganlaşıyordu. Artık çok önemsiz bir olayı dahi fırsat biliyor, bize karşı düşmanca davranmaya ve sorun yaratmaya çalışıyorlardı. Her olay, işbirliği yapmışçasına, köyden sürülmemizin zeminini hazırlıyordu.
Nihayet göç zamanımız geldi çattı. Toplu halde köyü terk etmeden önce, kadınlar fırınları ateşledi, hamur yoğurdular, peksimet ve kurabiye pişirdiler, varil ve tenekelere tereyağı ve peynir doldurdular. Erkekler de çuvallara buğday ve un doldurdu, yürekleri cız ederken hayvanlarını kesip büyük kazanlarda pişirdiler, kavurma yaptılar varillere küplere doldurdular.
Kilisemizdeki son ibadette, hüzün ve ümitsizlik hâkimdi. Herkes oradaydı. Titrek ellerle son mumlarını yaktılar.
Dönemin eşkıyalarının trajik oyunları sonucunda, Demirci köylülerinin bir kısmı uzun yıllar önce yaşadıkları aynı sorunlar nedeniyle kaçmış Kars’a doğru gitmişlerdi. Ailem, küçük bir köy olan Sidiskom’a yerleşti. Ancak orada da artık huzur yoktu. Her yerde anarşi vardı. Buna rağmen Müslüman köylüler, ailemi çok hoş karşıladı. Bizi misafir ettiler, varlık yokluk ve çilelerini bizimle paylaştılar.
İleriki yıllarda sorunlar yeniden yine başladı. Bu defa devriye askerler ve Kürt çetelerinin saldırıları bıktırdı bizi. Sürgünün yaşam koşullarıyla, bu yerin hassas durumu, kaderimizle birleşti. Adam öldürmeler… katliamlar… Rumları yok etme planları… ve yine göç…
Sonuçta, misafir kabul etmeyen yere (Gürcistan/Çalka) göçmek zorunda kaldık. Annem hep, bir gün ortalığın yatışacağı ve biricik vatanı Gümüşhane’ye, doğduğu köyüne geri döneceği ümidiyle yaşadı. Fakat o, gününü beklerken ölüm yakaladı onu.”
Bu anlattıklarından sonra dedemle sarıldık, gözyaşlarımız sel oldu aktı. Onun anlattıklarını ben yaşamamıştım. Ancak aile serüvenimizden hayli etkilenmişim. Ben 1915 yılında orada, Çalka’da doğmuşum. Annemin de dediği gibi; “yaban ellerde.” Ne var ki, dedemin anlattığı, ailemizin trajik hayat serüveni devam etti.
YENİ BİR GÖÇ DALGASI DAHA…
Yıllar sonra, 1922 yılında, Karadeniz Rumları, doğup büyüdükleri vatanlarını terk etmek zorunda bırakıldı. Anavatanımız Karadeniz’den buraya sürgün gelenlerden geriye kalanlar, bu defa Yunanistan’a göç etmek zorunda kaldılar. Biz ve civarda (Rusya-Gürcistan) bulunan hemşerilerimiz de, daha iyi bir yaşam, bir daha sürgün yaşamamak ve daha fazla acılara katlanmamak için, bu göç dalgasına da katıldık.
GEMİYİ KAÇIRDIK…
Nihayet göç zamanı geldi çattı. Yunanistan’a gemi ile gidilecekti. Herkes, Batum Limanı’na toplandı. Yığınla insan “kurtuluş gemisini” beklerken, biz de aralarında aç, susuz ve yaşamın kovaladığı insanlar olarak, kaderin bize hazırladığı yeni ve daha trajik oyunun farkında bile değildik.
Günler geçiyor, ancak bizi kurtuluşa taşıyacak gemi bir türlü gelmiyordu. Bir ara babam (Savas Palapanidis), köye gidip öküz ile atımızı alıp gelmeyi tasarladı. İllâ da, “Elimizde, hayatımızı yeniden inşa edecek bir şeyimiz olsun” diye tutturmuştu.
Günlerdir gelmeyen gemi, hemen mi gelecekti? Gemi gelene kadar, geri dönerim diye düşünüyordu. Annem (Ağapi Palapanidu) ve amcam Fotis, babamı ne kadar bu düşüncesinden vazgeçirmeye uğraştıysalar da, beceremediler. Her ne kadar ona; “gemiyi kaçıracak, buralarda kalacaksın” dedilerse de, o kararını vermişti. Ben de onunla gitmek istedim. Yedi yaşımda olmama rağmen, sevgili babamın çektiği çileyi ve işkenceyi üzerimde hissedebiliyordum. Annemin itirazlarına rağmen, beni de yanına alarak, öküz ve atımızı almak için köye doğru yola koyulduk.
Gidiş ile dönüşümüz tam dört gün sürdü. Geri limana döndüğümüzde, bizi Yunanistan’a götürecek olan gemi, çoktan limandan ayrılmıştı. Bizim dışımızda, annem dâhil bütün aile ve akrabalarımız, ‘başka bir gemiyle arkamızdan gelirler’ düşüncesiyle, gemiye binmiş gitmişlerdi. Oysa o gelen gemi son gemiydi ve bizim gibi gemiyi kaçıran hemşerilerimizin ufak tefek söylentilerine rağmen, bir daha hiç geri dönmedi.
YOLLAR KAPANDI…
Aylar yıllar geçiyordu ve ben, bir gün annemle buluşup kucaklaşacağımız günü bekliyordum. Ancak bunun imkânsız olduğunu anlamıştım. Çünkü yollar yeniden kapandı.
Halkların kaderini bir avuç politikacı tayin etti ve Karadeniz halkı bunun acısını iliklerine kadar hissetti.
Daha sonraları, kaçırdığımız son gemi ile Yunanistan’a doğru yola çıkmış hemşerilerimizden, yolculuk esnasında baş gösteren açlık ve hastalıktan dolayı, birçoklarının Yunanistan’a varmadan yolda öldüğünü duydum. Konsolosluğa defalarca gittim ama annem hakkında hiçbir bilgi yahut haber alamadım.
Yıllar sonra, annemin ölmüş olabileceğini kabullendim. Bir daha kendisine kavuşamayacağım gerçeğini benimsedim. Daha doğrusu annemi hafızamda öldürdüm.
ANNEM YAŞIYORDU…
Aradan 40 sene geçti, yollar yeniden açıldı. Yunanistan’dan ziyaretçiler gelip gitmeye başladı. Gelen bazı tanıdıklardan annemin yaşadığını öğrendim. Bu bir mucizeydi ve bu kez onunla karşılaşabileceğim günü beklemeye başladım. İlginçtir ki o bizi hafızasında öldürmemiş, hep yaşatmaya çalışmış. Her an “Acaba biricik oğlum Aleksi yaşıyor mu?” diye düşünüyormuş. Ancak biz, her şeyimizi bırakıp da Yunanistan’ a gidemezdik. Acılarla dolu bir hayatı, dişime tırnağıma takarak yaşamaya çalışmıştım. Dünyamı yeniden inşa etmeye çalışıyordum. Bütün bu acılara rağmen yaşamak, nefes almak çok güzeldi. Artık yollar açıldı, malımı mülkümü satıp, bir daha buralara geri dönmeyecek şekilde gitmeliydim.
Annemin adresini öğrendiğim günden itibaren, onunla mektuplaşmaya başladım. Bana gelen mektuplar, bir annenin gözlerinden akan acı, hüzün ve mutluluğun harman olup yarattığı gözyaşı mürekkebiyle yazılıydı sanki. Mektubunda anlattığına göre; Yunanistan’a gittiklerinde, uzun bir süre Atina’nın Pireas semtinde kurulmuş göçmen çadırlarında yaşamış. Daha sonra Selanik’in Stavropoli bölgesine gönderildiler. Ancak orayı beğenmediler, birçok kişiyle beraber, anavatan Gümüşhane veTrabzon’u hatırlatacak bir yer aramaya çalıştılar. Nihayet Kilkis’in P.Ağioneri köyüne yerleşmeye karar verdiler.
Kadere bakın ki, 1967’de Yunanistan’da cuntacılar iktidarı ele geçirdi. Bu sefer yollar yeniden kapandı. Hayat bana bir kez daha oyun oynadı.
NİHAYET GÖÇ EDEBİLDİM YUNANİSTAN’A
1974 yılında, Yunanistan’da cunta hükümeti devrildi ve ülke yeniden demokrasiye dönüş yaptı. Yollar yeniden açıldı. Annem hâlâ yaşıyordu. Sanki beni görmeden, kucaklamadan, ölmek istemiyordu. Olanca gücüyle hayata asılmaya çalışıyordu. Ne var ki ben, son yolculuk ve son göç için gereken bütün hazırlıklarımı, ancak 1981 yılının yaz aylarında tamamlayabildim. Artık 66 yaşına girmiş bir ihtiyar olarak, beni geçmişe ve geleceğe taşıyacak olan, çocukluğumda doyamadığım annemin sıcak kucağına atacak yolculuğa çıktım.
Annemin kapısını çaldığım zaman heyecandan oraya yığılabilirdim. Bir süre bekledim, beli bükülmüş çok yaşlı bir kadın açtı kapıyı. Göz göze geldik, yüzünde hiçbir sevinç işareti göremedim. Tanıyamadı beni, belki de beni bu şekilde beklemiyordu.
“Anne” diye avazım çıktığı kadar bağırdım ve boynuna sarıldım.
“Aleksi, sen misin çocuğum?” diye sordu.
Artık konuşacak halde değildim, gözlerimden yaşlar boşaldı. Arada bir anlamsızca; “Anne” diyebiliyor ve kucağımdan uçup gidebileceği endişesi ile manasız bir korkuya direnmeye çalışıyordum…
(YÜZLEŞME ATÖLYESİ – Aleksis Papanidis – Türkçesi: Vahit Tursun – Kaynak: mavrithalassa.com – 10.5.2016)