Bir gülüş, bir öpüş, bir bakış…
Önce yüreğimizi çeler…
Çözülür duygularımız…
Ama kolay kolay çelemez, beynimizi, mantığımızı…
***
Bir dokunuşa, küçücük…
Parmak uçlarıyla...
Kim bilir, tesadüftür belki de…
Ne anlamlar yükleriz oysa...
Günün onca yorgunluğu yetmez bedenimizin mağlup düşmesine gecenin sesinde, sessizliğinde de; hayaller yeter....
Sorular sorar, yanıtlar ararız,
en fazla da kendimize...
O nedenledir ki, hiçbir sınav, insanın kendisiyle olanı kadar zor değildir hayatta...
***
En fazla da çelişkiler ve kararsızlıklar yapışır yakamıza, kendi iç sesimizle fısıldaştığımız anlarda...
O fısıltı ki, çığlığa dönüşür giderek...
Hesaplaşırız...
Dünle...
Bugünle...
Ve geleceğe çıktığımız yolculuklarda, çok daha berrak görmek isteriz kendimizi...
İlla ki aşka dair değildir bu...
Hani, sıkışıp kalırız ya bazen sıkıldığımız ezberlerin tam ortasında ve boğulduğumuzu hissederiz...
Nefes almak isteriz sadece...
Ve bazen, daha bir boğuluruz, kendi nefesimizde...
***
Geçmiş mi daha eskidir..
Gelecek mi...
Böyle başlıyordu bir profesörün konuşması...
“Geçmiş”, diyordu öğrenciler...
“Geçmiş, daha eski....”
Oysa...
Bu tartışma da “geçmiş”te kalıyordu, az sonra...
Ve her an, her saniye, “eskitmeye” başlıyorduk yaşadığımız zamanı...
***
... Bir gün
Tek bir gün kalmalı
Benden kalacaksa geriye
Bir öpüş tadı dudağımda.... der Ahmet Uysal, şiirinde...
Ve geriye kalacak olan, “bir gün” dahi değildir aslında...
Kendi iç sesinizle fısıldaşın..
Ve kendinizi severek, yeniden dönünüz oyuna...
Evet, hepsi oyun...
Dün de... Bugün de..
Yarınlarda da...