iki sanatçımızdan anlamlı bir sergi…
Adorno: “Sanat yapıtları, içinde bulundukları dönemin, bilinçsiz tarih yazımıdır.” der. Bu yaklaşım, ‘Ümit İnatçı ve Senih Çavuşoğlu’nun, “Yeni Medya Sanat Sergisi” ile ilgili – Mağusa’da olduğu için gidip göremedim ama ‘yazılı ve sözlü Basında’ olabildiğince izledim… Sonuçta da onca işi içinde Ümit İnatçı ile bir ‘söyleşi’ yapabildik…
Bireysel yaşantılarının yanı sıra, bu ikilinin bu çalışmalarında da – bir başka yöne kaydığımızda – ‘gerçek sanatın’ kendisiyle karşılaşıveririz; çünkü, bu çalışmaları çok incelemiş, sofistike bir şeyin aktarımıdır.
Bu konuda Ümit İnatçı ile yaptığımız söyleşiden bir bölüm sunmak istiyorum sizlere:
EŞYANIN SESİ-SESİN EŞYASI
… Gündelik yaşamımızı kuşatan iletişim araçlarıyla ilgili serginizin özünün altını çizer misin Ümit…
- Bunların bir “eşyadan” başka bir şey olmadıklarını biliyoruz. İleri iletişim teknolojisinin egemenliği altında şekil alan bu araç ve gereçler, kendi fonksiyonel niteliklerinin de ötesinde ayrı bir ‘zamana uyum gösterme edilgenliğine’ dönüşüyor. Onları edinmek yaşamımızı kolaylaştırmanın da ötesinde, ‘zamana uyum gösterme edilgenliğine’ dönüşüyor.
Eğer bunlar “Şey” ya da somut anlamıyla, “eşya kişi” nesnesine dönüşmüşse, bunun altında yatan ‘Sosyal itkinin’ ne olduğunu öğrenmemiz lazım…
... Lütfen düşünmeye / yargılamaya devam et… Çünkü, toplum – en azından aydın kişilerince de- tartışılması gerekiyor bu gerçekler…
- İletişim kurma, bir varlık tasarlamanın isteme iradesine dönüşmesi anlamına gelmiyor artık. İletişim araçlarını kullanarak kendi varlığını hissettirme arayışı bir yanılsama olsa bile yanılsamanın gerçeklikten daha duyusal bir etki yaratma ortamına dönüşmüş olduğu da bir gerçektir. Bu durumda, eşyanın tabiyatına uygun olarak ne olduğu da artık sorgulanmalı. Eşyanın tabiyatı bizleri kendi koşullarına mı tutsak edecek? Yoksa, insanoğlunun tabiyatı eşyanın işlevselliğini denetleyebilen bir iradeye hakim olabilecek mi? Yaygın iletişim araçlarının ve bilgisayar ortamının sunduğu hızlı ve çoklu erişim olanaklarını kullanarak, bilginin ya da haberin yayılım gücünü niceliksel açıdan yetkin kılarken, nitelik de aynı düzeyde kalabiliyor mu? Şekspiryen bir ikilem gibi karşımızda duran bu ‘şeyleşme ve kişileşme” sorununa’ ne tür bir çözüm yakıştırılabilir?
EŞYANIN SESİ – SESİN EŞYASI
… Düşünülmesi, tartışılması gerekli gerçeklerden söz ediyorsun, lütfen devam et…
- İletişim kurarken ses ya da görüntü olarak aktardığımız aslında ne kadar kendimizle ilgilidir (?) diye sormak gerekir. Bizim sesimiz şeyleşmiş bir kişiliğin sesi mi (?) yoksa sesimiz kişiliğimizin “şey”i mi? İşte bu kaygılardan yola çıkarak “Eşyanın Sesi – Sesin Eşyası” gibi bir başlık altında Yeni Medya Sanatı’nın çoklu olanaklarını kullanarak bir sergi düzenlemek istedik… Medya’nın kendisi iletişim aracı veya insan aklının araçsallaştırdığı bir yayılım organıyken, insanın medya tarafından araçsallaştırıldığı bir durumla karşı karşıyayız. Sanatçılar olarak sanatın akıl yürütme yordamını dolaşıma sokarak, estet çözümsemelerle bu yaşamsal sorunlar karşısında entellektüel gardımızı alırken – bu durumda – yine iletişim araçlarının sunduğu pratik olanakları kullanmak zorundayız…
… Ses aslında, bir “fikrin de” iletişimi değil midir?
- Yeni Medya ortamında kullanımı kaçınılmaz olan görsel retorik üzerinden yeni anlam düzlemleri oluştururken, “Ses”in varlığı temsil eden bir nesnellik kazanabileceğini de sınamak istiyoruz aslında. Ses, sadece işitilebilen değil görsel algı düzleminde bir imgeye dönüşebilen fikrin kendisidir de. Bir şeyin sesi varsa varlığı da var! “Ses getirecek işler” yapmakla yükümlü olan sanatın “eşya”sı olan yapıt, sadece görüntünün değil sesin de bedenidir.
ANTİ ÖNCÜ BİR KARAKTER…
… Senih Çavuşoğlu’nun sergideki çalışmalarından söz eder misin lütfen sergiyi gören hem de göremeyenler için…
- Senih Çavuşoğlu’nun videografik ve dijital kolaj çalışmaları bir görsel şiir disiplini içinde tasarlanırlarken objenin aldığı rol anti-öncü bir karakter taşıyor. Buluntu eşyanın kendine atfedilen yerleşik tanım ve anlamına müdahalelerde bulunarak onları yeni bir dil kurgusunun
Çavuşoğlu’nun sergilediği “Kara Kutu” adlı son videosu eşyanın karakterine karşıtlık oluşturacak bir yer değiştirme müdahalesini içerir. Kendinden dönen balerini müzik kutusunun baş oyuncusu olan balerin figürü yerine techizatlı asker figürü yerleştirerek militer şiddeti sarkastik bir dille yargılıyor. Savaş sesi yerine kutudan çıkan melodik ses militarizmin erkeksi pozlanmalarını da gülünç duruma düşürüyor.
… Peki, ya kendi çalışmaların?
- Konvensiyonel uygulama geleneğinden gelen bir ressam olarak bu sergideki kendi (Ümit İnatçı) çalışmalarımı şöyle adlandırabilirim: “Atıl olan kozmetiği.” Fotografiden resimsel tatlara yönelme eğilimi taşıyan bu dijital tablolar, şeylerin kullanım halindeki kozmoslarıyla atıl durumda oldukları kozmosları arasındaki farkı vurguluyorlar. Kozmetik, bozulmaya yüz tutmuş olana uygulanan bir gizleme, örtme estetiğidir. Yaşadığımız kent ortamına hakim olan dağınıklık, atıl şey yığınları ve çöp savurganlığı anıtsal kütlelere dönüştü. Onları yerlerinden etmek yerine, hayatlarımızda yer eden birer varlığına dönüştürüyoruz. Benim bu durum karşısında aldığım tavır bir kozmik müdahaleden öteye gidemiyor; ancak, bu duruma dikkat çekmeye çalışmam mutlaka politik bir duruşun da habercisidir…
- Bu sergide – “Sesli Harfler Mezarlığı” adıyla – sunduğum video çalışması Edvard Munch’un “Çığlık” adlı tablosuna gönderme yapıyor. Çığlık sadece bedenden çıkan bir ses değil, bedeni olan bir sestir de… Bir yaşamı var, karakteri, dili var, doğar, yaşar, ölür… Videoda tabut olarak düşünülen ahşap kutular içine sesli harfler olarak koyverilen çığlıkların birer cenaze gibi toprağa defnedilmesi insan evladının boşuna harcadığı feryatların kara mizahını çiziyor… Her feryat ölü doğan bir bebek gibi resmediliyor…
… Peki sevgili Ümit serginin özünü – özetini rica etsem onu yaratan sanatçılardan biri olarak…
- Gerek Çavuşoğlu’nun gerekse benim yeni medya sanatı ortamında ürettiğimiz eserlerin içerdiği ‘Politik Çıkış’ apaçık bir imgelem tertibiyle hemen kendini ele veriyor. İnsan, çevre ve kültür kıyımı karşısında yıkıcı etkisi büyük olan, “şeyleşme”ye karşı direnmek, günümüz sanatının öncelikli meselesi olmak durumundadır diye düşünüyorum…
-
ŞEHERİM… LEFKOŞAM…
Nasıl mıyım, sorma bilemem
Lefkoşa’dan daha yorgun daha beterim
kanatlarına sevda biriktirdiğimiz
kuşlar gideli…
Ayrılıklar bile ayrılık değil şimdi
bunu çok iyi anladım.
kendim kendimden gideli…
Bütün suları çekildi denizlerimin
eskidi söz geçmişin ilmeğinde
söküldü yüreklerden bölük pörçük sevdalar…
Ama hala gözleri kapılarda
bekleyenler var…
Kupkuru, çiçeksiz, meyvesiz bir erik ağacı
müşterileri çoktan çekip gitmiş
bomboş bir kahve
Mullasanın, Halide’nin, Guşo’nun, Söğüdün fark etmez
yerlerinde esen yeller
çoktan unutturmuş adlarını…
Kurudu telveler, falların yolu kapalı…
Gel yanıma otur, hade gel
Issızlığımızın falına bak
Söylemeyi unuttuğumuz şarkıları hatırlayalım
Eski gramofona bir plak at.
Eskilerden konuşalım seninle
Aşkımızı tutarak elde
Toplasak Şeherimizden ne kaldı geriye
Yorgunum
Okunacak kitaplar, yazılacak konular birikiyor
Birikiyor onca şey…
Her şey uzunca bir telaşın ayazında…
Oysa upuzun yollarda fallar da kapalı
çoktandır
hayatın yakasına iliştirilmiş
iki soluk not gibiyiz seninle
ha düştük ha düşüyoruz Lefkoşam…
Kayıp gidiyor özgürlüğümüz
ve kimliğimiz teker teker
kendimizi yakamayışımızdan…
Neriman CAHİT