“Erdal Kalkan abimizin anısına...”

Sevgül Uludağ

BAF’TAN HATIRALAR...

Ulus IRKAD

Erdal Kalkan abim ve meziyetleri için çok az şeyler yazıldığını sezerek birkaç satır daha yazmak isterim. Onu babamın öğrencisi  beyefendi bir insan olarak da ta küçüklüğümden tanıdım. Sanırım, babam Erdal abiyi ve yaşıtlarını hem ilkokulda hem de lisede okutmuştu. Babam onları okuttuktan sonra 1958-60 döneminde Türkiye'ye Gazi Eğitim Enstitüsü'ne  giderek Lise öğretmeni olmuştu. Erdal abim herkese ve bize karşı da her zaman anlayışlı, öğretmenlerine karşı saygılıydı. 1963-64 olayları sonrası Türkiye'ye okumaya gitmişti. 1963-64 olaylarında da en tehlikeli bölgelerde görev yaptığını çok iyi biliyordum. Sosyal Demokrat fikirli ve beyefendiliği ile bunu davranışlarıyla, insanlara karşı sevgi ve saygısıyla da isbat etmişti. Erdal abimle en fazla 17 Temmuz 1974 tarihinden sonra biz çocukları Belediye Binasına alıp yedek seferiler olarak hizmet görürken 21 Temmuza kadar birlikte çalışma ve temas kurma şansım olmuştu. Üniversite mezunu olduğu için onu bu birliğin komutanı tayin etmişlerdi. O, 20 Temmuz 1974 tarihine kadar bizimle kaldı. Geceleri Erdal abimle kitap okur bol bol siyasi ve tarih tartışmaları yapardım. Onun okuduğu kitap o gecelerde "Suyu Arayan Adam" benim de Yılmaz Güney'in "Boynu Bükük Öldüler" kitabıydı. Daha sonra bu kitabı bana verecek olan abim bu kitabı okuyup bitirmeme ve tanımama sebep olacaktı. Ne tesadüf Bu kitap 17 yaşında Kafkas cephesine aynen bizim gibi giden bir çocuk hakındaydı(Şevket Süreyya Aydemir'in hayatı) İkimizin de en fazla korktuğu gece aramızda bizden küçük olan Ali Tüzüner'in bir gece nöbete gitmek istemesi ve komutanlarımızdan Zihni Tarkuç abinin ona küçük olduğu için izin vermemesi, Ali'nin ise bu yüzden öfkelenerek elindeki bombayı patlatmak istemesi olmuştu. O tartışma sırasında benim ve Erdal abimin yüzü telaştan sapsarı olmuştu. Aramızda iki belalı olan ve komutanları kaale almayan Baf fırlaması iki arkadaşımız Ali Tüzüner ve Mehmetali Salih Garip arkadaşlarımızdı. Osman Feray abimiz de Cami Bölgesinde 16-17 Temmuz 1974 tarihlerinde Mehmetali'den çok çekmişti. 19 Temmuz gecesi gece geç saatlere kadar Mavrali Bölgesi Çiklemit ağacı civarında Erdal abimizle birlikteydik. O gece sabaha kadar çalışarak mevzileri derinleştirmiştik çünkü ertesi gün çıkarma başlayacaktı. O gece sıcaktan çamur adamlar haline gelmiştik. Gene Mavrali'ye saldırı yaptığımızda da Erdal abimiz başımızdaydı. Bereket versin o çocuklara bir zarar gelmedi. O da Erdal abimizin eğitimli ve demokrat kişiliğinin bir yansımasıydı. Sevgili abimiz, bu anılarımı yazarken sana olan saygımı bir kere daha belirtir yıldızlar yoldaşın olsun diyorum. Hep rahmetle kal...

LİSE BANDOSU...

Erdal abimizin kızkardeşi Şengül ablamızın isteği üzerine, şunları da eklemek istiyorum:

Erdal abiyi Baf'ta çok küçük yaşlarda tanıdım. Kendisi Hikmet Canova,Tezel Muharrem ve gene kendisi gibi çok uzun müddet önce ölen Çetin (Gutto) abilerle birlikte Baf Kurtuluş Lisesi Bandosu’nda yer almaktaydı. Bu bandoda Ulusay Başaran abi de vardı (1967 öncesinde Avustralya'ya göçmüş, daha sonra da ailesi, babası öldükten sonra oraya gitmişti). Erdal abim ve yaşıtları 1963-64 olayları sırasında çok zor şartlarda Baf Kurtuluş Lisesi'nden mezun olmuşlardı (Veya 19 Mayıs Lisesi'nde de mezun olmuş da olabilir; yanlışlık da yapmayayım). Bu kuşak maalesef hemen 1963 çarpışmaları ile karşılaştılar hem de çok zor şartlarda öğrenim ve eğitim gördüler. Erdal abim de olabilir, rahmetli İlker Kılıç ve Niyazi Altan, İbrahim Altan gibi arkadaşları eğitimleri, çarpışmalar sırasında kesildiği için müdürleri Zeynel Arıkan abim (Büyük Teyzemin oğlu) tarafından 19 Mayıs Lisesi'ne, Limasol'a gönderilmişlerdi. Bu dönemin kuşağı Büyük Dayımın (Ahmet Hamdi Kılıç) oğlu ilker Kılıç dahil ve de Erdal abimler de bunca zor şartlara rağmen başarılı oldular. 1974 yılında Erdal abim sanırım ya iş almış veya mezun olduğu için Baf'ta kısılmıştı. Aradan 46 yıl geçtiği için bazı şeyleri detaylı olarak hatırlamıyorum. Takım komutanlığı yaptığı 1974 savaşı sırasında Erdal abimle çok güzel ve de bilgi dolu anılarım olmuştu. Savaş geçtikten ve bizler de Kuzey'e geldikten sonra, Erdal abiler de Omorfo-Güzelyurt'a yerleştikleri için Erdal abimi çok ender gördüm.

Erdal Behiç Kalkan, Şengül Musannıf ile birlikte...

Bizler savaş sonrasında 1974 yılında Baf'ta kalan Baflılarla Mağusa Maraş'a yerleşmiştik. Daha önceleri esir veya kaçak olarak Kuzey'e gelenler ise Omorfo'ya yerleşmişlerdi. Ben yaklaşık 40 yıl turist rehberliği ve öğretmenlik yaptım. Tatillerde turist rehberliği yaptığım için Omorfo'ya turist grupları götürdüğüm zaman onunla ve babası eski Baf milletvekili, Baf Belediye başkanı rahmetli Behiç Kalkan Dayımız ile de devamlı buluşmaktaydım. Aradan Baf’tan ayrıldığımız için çok uzun seneler geçmişti ama buna rağmen Erdal abiyi gördüğümde bana seslenir ve gazetelerdeki yazılarımı ve makalelerimi okuduğunu söylerdi. İlk önceleri Omorfo'da, babası rahmetli Behiç Kalkan Dayımızın  dükkanında gördüğüm Erdal abimi daha sonraları hiç göremedim. Ekonomi de 1990'lı yıllardan sonra kötü gitmeye başlamıştı. Omorfo'da da dükkanlar birbir kapanmaya başmıştı. Ama Erdal abinin kalbinin her zaman bizimle olduğunu da biliyordum. Sevgili Erdal abimle bazen sosyal medyada da yazıştık. Kaybettiğimiz Baf'ın değerli gençlerinden ve de bir tarihe bizzat yaşayarak (1963-64 ve 1974 olayları) şahitlik etmiş Erdal abimin huzurunda saygıyla eğiliyorum... Hoşçakal babamın ilkokul ve lisedeki çalışkan, başarılı ve de beyefendi öğrencisi, abimiz, takım komutanım sevgili Erdal abim...


BASINDAN GÜNCEL...

Bianet.org

“Hatırlamak değil, unutmamak asıl lanetimiz...”

“Gecenin bu saatinde unutmak ve hatırlamakla ilgili düşüncelere dalmışken belki de sorun unutmak değil, kanıksamak, diye düşündüm. En azından toplumsal hafıza meselesinde...”

Yeşim Özdemir

Zihnimin bilmem hangi kıvrımlarından çıkıp gelen "hatırlamak değil, unutmamak asıl lanetimiz" sözü uykumu kaçırdı. Sonra da iç sesimle/seslerimle başlayan uzun ve karmaşık muhabbet gecenin 04.45'inde beni yataktan çıkartıp bilgisayar başına getirdi.

Daha dün, ilk cemrenin toprağa düştüğü heyecanını yaşarken şimdi yatağın sıcaklığını terk eder etmez kalın hırkalara sarınıyorum.

Kış yakamı bırakmıyor...

Kış mevsimini sevemiyorum; üşümeyi sevmiyorum, lahana gibi kat kat giyinmek zorunda olmayı sevmiyorum, botların-montların ağırlığını hep bir yük gibi taşıyorum. Üstelik karın-yağmurun yağışı her zaman/herkese o kadar da romantik gelmiyor. Faturalar aşırı romantikliği kaldırmıyor...

Kış gelmesin, hiç hazır değilim...

Galiba hiçbir zaman da hazır olmadım. Belki de bu yüzden bana göre kışlar uzadıkça uzuyor, bitmek bilmiyor. Yazlarsa kısa film tadında hızlıca akıp gidiyor...

Pencereden çalışma odamı aydınlatan sokak lambasıyla soğuyan havaların yasını paylaşırken lamba birden sönüverdi. Bir çeşit protesto bu da herhalde. Kışı seviyorsa demek ki, hoşnut olmadı kışla ilgili düşüncelerimden. Saygı duyarız...

Sokak lambasının yerini tutmaz ama çalışma masasının yanında duran lambayı açtım. Hasır işlemeleri arasından odaya sarı-sıcak bir ışık yayıldı, desenler duvara yansıdı, oda aydınlandı... Oda; çalışma odası, oturma odası, duruma göre misafir odası. 1+1 dairede işlevsellik önemli...

Sokak lambası da tavır koyduğuna göre bilgisayarıma dönebilirim.

İç seslerim yine çok kalabalık... Peki, ne diyor gecenin bu saatinde iç seslerim yine?

Unutmamak, unutamamak diyorum en büyük lanetimiz mi?

Neydi bu sözün orijinali yahu?

Hemen google'layalım...

İnanır mısınız bulamadım! Unutmak ve hatırlamak üzerine alakasız bir sürü şey var ama aradığım şey yok. Daha fazla aramaya enerjim yok. Neyse doğrusunu bilenler-bulanlar yorum kısmına eklerse ne güzel olur...

Ben şimdilik ilk aklıma gelen haliyle devam ediyorum:

"Hatırlamak değil, unutmamak asıl lanetimiz"

Kim bilir nereden duydum, nerede okudum da şimdi olmadık bir anda aklıma geliverdi. Belki de unutamamakla ilgili sorunu olan biri olarak bambaşka bir lafı evirdim-çevirdim bu şekle getirdim. Kim bilir?

Resim Rene Magritte...

*****

Bir gazeteci arkadaşım, bir sohbette "Bizim sorunumuz (toplum olarak) başımıza gelen en kötü şeyleri unutmamız, bu yüzden her defasında daha kötüsünü yaşıyoruz (yaşatıyorlar)" demişti.

O sohbette muhtemelen ona hak vermişimdir. Ama gecenin bu saatinde unutmak ve hatırlamakla ilgili düşüncelere dalmışken belki de sorun unutmak değil, kanıksamak, diye düşündüm. En azından o muhabbet ekseninde, toplumsal hafıza meselesinde...

Metin Göktepe'nin vahşice öldürülmesini kanıksadığımız için aynı vahşilikle Hrant Dink'i sokak ortasında öldürebildiler.

Ali İsmail Korkmaz gibi nice gençleri karanlık sokaklarda tekme-tokat katlettiler... Bir kadın vahşice öldürüldüğünde bir erkek tarafından, yer yerinden oynamadığı için, kanıksadığımız için binlercesi daha vahşice öldürüldü. Bir çocuğa tecavüz edildiğinde... ıhhhmmmm...

Neyse işte, binlerce benzeri olayı unutmuyoruz belki ama hatırlamıyoruz da...

Daha doğrusu, bu işlerin başımıza neden geldiğini hatırlamıyoruz.

Hepsini kişisel birer hikâye/anı gibi anımsıyoruz. Oysa kadınlar boşuna hep bir ağızdan bağırmıyor "Kişisel olan politiktir" diye... Bireysel hikâyeler değil, kader değil! Çürük-kokuşmuş bir politika!

Toplumsal hafızamız kötü huylu bir tümör gibi taşıyor olanları ve büyüdükçe büyüyor... Müdahale edilemeyecek bir duruma gelmekten ödümüz kopuyor. N'apıcaz bunca kötülükle, bunca kötülerle...

Peki, kendi kişisel hafızamızda durumlar nasıl?

Sohbet biraz karışık-kesintili ama malum iç sesler hep böyle...

Unutabiliyor muyuz kolayca, ruhumuza iyi gelmeyenleri yoksa gecenin bi yarısında uykularımız mı kaçıyor unuttuğumuzu sandığımız anılarla? Hatırlamak mı güzel, unutmak mı? Hatırlamamak mı kötü unutamamak mı?

Kiminin derdi unutmakla, kiminin unutamamakla...

Daha kötüsü her ikisiyle de derdi olan!

Deseydim ki size, ömür boyu 10 güzel anı hatırlama hakkınıza karşılık bir daha asla hatırlamak istemediğiniz, ruhunuzu eksilten-kemiren bütün kötü anılarınız silinecek. Kabul eder miydiniz?

Ömrünüz boyunca hatırlayabileceğiniz milyonlarca güzel anıya karşılık sadece 10 hatırlanabilecek güzel anı...

Milyonlarca güzel anı bakiyesini 10'a düşürmek istemeyenler açgözlülükle mi suçlanacak? Peki ya kabul edenler, 10 güzel anıyla yetinecek ve unutmanın dayanılmaz hafifliğine mi erişecek? Tekrar benzerlerini veya daha kötülerini biriktirme riskine rağmen... Pek karlı bir alışverişe benzemiyor galiba.

Ben mi? On gün sonra da aynı fikirde olur muyum bilmiyorum ama 10 güzel anıya fitim ben...

Vardır herkesin bu "unutmak ve hatırlamak" meselesinde çeşitli çözüm yöntemleri. Birçoğu son derece anlaşılır ve işe yarar gözükse de bazıları büsbütün kandırmaca, yanılsama bence...

Mesela bu iki eylemin -unutmak ve hatırlamak- salt kendi iradelerine bağlı olduğunu düşünenler kannımca büyük bir yanılsama içindeler. Bireyi merkeze alan ve fazlaca kudretleştiren "sen istersen dünya değişir, sen iste yeter ki..." türünden kişisel gelişim projeciliği...

Veya her şeyin "kabul etmek"le hallolabileceğini savunan faşizan bir tutum var: Olanı, olduğu gibi kabul et!

Geçmişi kabul et!

Başına ne iş gelirse gelsin eyvallah de!

Bu da bi çeşit bireyi pasifize eden, mücadeleyi önemsizleştiren "eyvallah teslimiyetçiliği" bana sorarsanız...

Daha orta yolu bulmaya çalışan post Pollyannacılar ise çözümü "affetmek"te aramaktalar... Ve bu tutumun ateşli savunucularının bunu, her duruma uydurabilme meziyeti var. Kalp ağrısına da diş ağrısına da "kabul et, eyvallah de, affettim de..."

Bir de son dönemlerin modası kök-aile açılımı/dizimi var, genetik miras meselesi... "Zeytin Ağacı" dizisiyle de bilen-bilmeyen herkesin merakını cezbetti. Herkes atalarının bilmedikleri-duymadıkları anılarına kitlendi. Çünkü bu metodu benimseyenlere göre ızdıraplarımızın nedeni atalarımızın ızdırapları olabilir...

Hiç bilmediğimiz-hatırlamadığımız hatta bize ait olmayan ızdırapların yükünü taşıyor olduğumuz fikri hoşuma gitmedi. Ağır bir yük... Kendikilerimizi hallettik de bi de atalarımın ızdıraplarını taşıyor olmamız çekilir çile değil!

Var işte herkesin kendine göre bir metodu, işe yarıyorsa ne ala...

Fakat yabana atılır şeyler değil; unutmak, hatırlamak, hafıza-hafızasızlık meseleleri.

Boşuna değil onca şarkılar, kitaplar, filmler falan...

(BİANET.ORG – Yeşim ÖZDEMİR – 17.9.2022)