Eksiltme ölüm, kalemlerimizi!

Dilek Karaaziz Şener

Bugün öyle bir yerden başlayacağım ki söze, sitem, şikâyet veya benzeri durumları yaratacak cümle kalıpları içinde gezinmenin tedirginliğini yaşıyorum. Yine de, bir yerlerden, başlamak gerekiyor. Öyle ya da böyle yazmakla anlatılacak çoğu şey… Diyeceğim şu ki, yıllar öncesinden gelen bir görüntüyü karşılıyorum, dün geceden beri… Bu görüntünün oluşmasında, yitip giden bir kalemin içinde yüzdüğüm cümlelerinin sebebiyet verdiğini söylemeliyim. Üniversite yıllarında her Kıbrıslının karşılaştığı Türkiye’de “Türkçe” konuşmak zorluğundan oldukça ilginç anılarla ben de nasibimi aldım. İlk başlarda komik geliyordu söylenen veya düzeltilen cümle yapıları; sonrasında işkenceye dönüşmeye başladı. En son nerede ve nasıl, bir bardağın taşma seline kapıldığımı hatırlamıyorum ve fakat kürsü başkanının “Türkçeni düzeltmelisin!” cümlesiyle, Türkiye’deki öğrenim hayatımı, gençliğin verdiği heyecan fırtınasının esen kavak yelleriyle,  sıfırlamak istediğimi anımsıyorum. Sonrasında akılla mantığın el ele verdiği bir sürece başladım ki, yılların bu ülkede nasıl geçtiğini bile anlayamadım.

Türkçeyi düzeltmek?!
Peki, Türkçe gerçekten, kendi dil özgürlüğü içinde yeterince düzgün müydü? Daha doğrusu Türkçeyi etrafımda kimler kuralıyla, dil doğallığıyla ve bir o kadar da takılmadan rahatça, vurgularıyla, anlamlı ve yerinde kelimeleriyle kullanıyordu? Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okuyan birçok arkadaş edindim. Gelin görün ki, edebiyat bölümünde okumanın bile Türkçenin günlük yaşam içinde seyretmesi o kadar güçtü ki bazıları için… Sonrasında tiyatro sanatçısı arkadaşlarımdan, en azından, vurgularla ifadeyi güçlendirici cümlelerin kolaylıkla kurulabileceğini öğrendim. Zamana yayınca Kıbrıslı şivem kendiliğinden asimile olmaya başladı. Bundan mutlu muydum? Elbette ki hayır! Ve fakat zaman öylesine acımasız ve yaşam yaşantınıza giren coğrafyaya karşı kalıp gibi şekil alıyor ki, kendi ana konuşma dilinizi korumanın çok da mümkün olmadığını kısa sürede anladım.
Yıllar geçtikçe okuma dağarcına biriken kitaplardan Türkçeyi, Türkiye’deki gibi (!), yerinde kullanarak en azından konuşurken ilgi odağı olmaktan uzak bir mevkide konuşlanarak, normal yaşam akıntıma kapılmayı ve etrafımda “düzeltme programlı yüksek Türkçe çözünürlüklü bireylere” takılmadan yaşamayı, sanırım becerebildim. Şunu gururla söylemeliyim ki, en güzel Türkçeyi Leyla Erbil’den, onun dil cambazlığının en keskin zeka oyunlarıyla döşeli cümlelerinin yer aldığı kitaplarda okudum. Kitaplarında şaha kalkan kelimelerin, bir ip cambazı misali, nasıl da hayatın içinde dengede durmaya çalıştıklarını gördüm.
Kitap okumak!
Yeni dünyaların içinde, farklı bir boyutta yaşayan soluk alan farklı bir birey yaratıyor. Kuşkusuz kelimelere sarıldıkça, sizden başka dünyaların keşfinde kendi yol haritanızı oluşturuyorsunuz, yaşam içinde… Sinemayı çok da fazla içselleştiremedim. İzledim. İzlerim. Konuştum. Konuşurum. Lütfü Akad için “Türkiye’de sinemacı olarak talihsizliğine uğramış dehadır!” cümlesini de Leyla Erbil’de buldum. Zenîme’yi tanıdığımda, bu yalnız kadının siyasetle, edebiyatla, sanatla, özellikle de sinemayla çok ilgili olduğunu da, yine Erbil’in satır aralarında buldum.
“Çetrefil sorunlarla boğuşmaktasın; gün günden yıl yıldan yenemediğin bu kaçıştan ya da bu derin sevdadan söz etmek zorunda duyumsuyorsun kendini okura? Okura mı? Hani yoktu onlar? Onlar için yazmazdın sen hani? Yazmıyorsun!; ama hala kolladığın birkaç kişi var. ‘Hiç oluş’a doğru yol alışı arzu ve istançle aramana tanık olsunlar istiyorsun onlar; ‘Unutuş’a göğüs germeye hazır olduğunu, ancak o son anda tuhaf bir değişikliğe, -bir kazaya- uğradığını anlasınlar istiyorsun…” (Leyla Erbil, Cüce, s. 27.)
Ünlemli noktalı virgülün sesi geliyor bu satırlarla kulağıma; oradan geçiyor aklımın köşelerinde giriyor ve saklanıyor. Sorduğu soru gibi cümle aynen şöyle: Şu ölümlü dünyada! –ünlem ve noktalı virgül öksüz kalışının günüdür bugün- Şu ölümlü dünyada, derken, en zayıf noktamdan vurdu beni yaşam, tıpkı yıllar öncesinde olduğu gibi… “Soru cümlelerinde, soru eklerini kullanmalısın” diyenlere de bir sözüm olacak: dibine kadar battığımız dünya acılarının içinden hiç çıkmayı düşündünüz mü? –işte oldu. Artık kullanabiliyorum.- Neyi mi? Bırakalım da sözler yerini bulsun yavaş yavaş… Çünkü elim ayağım kesildi, soluğum düzensizleşti bu ölümün yine “ve perde” demesi karşısında!
Gelelim esas söze; Leyla Erbil’in 19 Temmuz 2013 tarihinde (Cuma, yani dün) kaybettik. Bir dil dehası bizler günlük yaşam rutinimizde sallanıp dururken, geldiği yıldızların arasına döndü. Yıldızların arasından gelip gelmediğimizi inanın bilmiyorum. Leyleklerin getirmediğini bildiğim gerçeğiyle de tokuşurken; Erbil’in yıldızların arasından kayıp yanı başımıza düştüğüne hep inandım. Yıldızlar, aralarına aldıkları bu yürekli yazarla yeniden mutlu mudur? Sanırım, Evet! Ve fakat gelin görün ki, bizler mutsuzuz. Neden mi?
Bir eksiğiz artık!
İmkân olsaydı da, ölümün güçlü kollarını sımsıkı doladığı Leyla Erbil’in omuzlarından çekip alabilseydik. Dünya daha da soğuk, benim için, artık! Daha da sessiz, daha da çölleşip susuz kalmış gibi… Dirençsiz! Başkaldırmak istiyorum! Başkaldırı her zaman edebiyatta da, normal hayatta da Erbil’in tutunduğu en yüksek değerlerden biri olmuştur. Orantısız düzen şiddetine başkaldıranlar yanı başında sesleriyle yaşam direnirken Leyla Erbil bu sefer yaşama direnmekteydi. Amazsız hastalığını “ölüm denilen kollarından” kurtulmak adına her yolu denedi. Kelimeleri onu yalnız bırakmadı. Uyuyan bedeninin içinde gezinirlerken bu kez sadece onunlaydı. Bizler o an’a kadar yazılmış cümlelerin içinden Erbil’in ölüme başkaldıran tavrını hissedebildik ancak…
Haksızlıklara karşı nasıl direniriz?
Leyla Erbil’in doğasında vardı, direnmek!
***
“Yaralı doğar bütün insanlar, anlaşılmak, sevilmek, sevecenlik dilenir ömrünce.”
Dünyada ayakta kalmayı öğrenmek, başarabilmek ve yalnızlaşıncaya kadar geçen zamanda var olabilmek gibi algılamıştım bu cümleyi, ilk okuduğumda…
“Son an” dedin biraz önce yaşam!
Payı var mı olan bitende son an’ın?!
İsterdim ki: #direnleylaerbil diye haykırabilmeyi, bugün…
Direnemedi kelimelerin dahi cambazı dünya kanunun gerçeğine: Ölüme!
Esas gerçek şudur ki: Başkaldırının doğa gereği insan kimyasındaki yerini öğretti.
“Amentüsü baykuş olan yeryüzünün GERÇEK ruhuyla…” bir kez daha dünyada rastgele bulunmayışımızın bir anlamı olduğunu öğretti.

***

• http://www.milliyet.com.tr/-erkegi-teselli-etmek-icin-annesi-gibi-yaklasmak-lazim-/pazar/haberdetay/07.04.2013/1690232/default.htm
• http://www.milliyetsanat.com/kitap/yazarlar/Bu_kez_ben_Sevda/187/3