Dünyayı Savaşlar Değil, SANAT Kurtaracak!

Dilek Karaaziz Şener

Dünya, ülke ve Ada gündemi üzerime sağanak yağmur gibi yağarken, kendime sığınacak bir dam bulabilme adına hızlı hızlı yürüyorum, yağmur damlalarının arasından… Ne kadar hızlı kaçarsam o kadar kurtulacağımı sanarak, paçalarıma kadar batan ıslaklıkların içime içime işleyen soğuğuna aldırmamaya çalışıyorum.

Yüreğiniz hala daha hümanizm için atıyorsa ve Pandora’nın kutusunda saklı olduğuna inandığınız “umuda” doğru akıyorsa; sağanağına, hızına ve hatta yüzünüze çarpıp acıtmasına rağmen yağmur damlalarının, yine de, şu “kokuşmuş düzen çarkları”nı bir bir temizleyeceğine inanıyorum. İnsanı, insan olmayı evrende tek ve yüce değer saymak, sayabilmek ve yaşam yönünü o rotaya çevirerek gidebilmek benim bilebildiğim en büyük erdemdir. Tüm ideolojilerin de, siyasi görüşlerin de, taraf olabilmenin de üstündedir “hümanist” olabilmek… Çünkü insana ve insan onuruna saygıyı sağlayabilmek için “meşakkat”i seçmek kadar yaşamda huzur bulabildiğim bir başka bahçe olmamıştır. Bu nedenledir ki: sanata olan bağımlılığım ve dünyayı sanatın kurtaracağına olan inancım… (Böylesi bir haleti ruhiye içinde olmak, birçok kez kendini bilime adayan (?) ve materyalist ölçekte dünyayı görebilmeye programlanmışlara karşı çok yuvarlak laflar olabilir. Saygım sonsuzdur ve fakat gelin görün ki bugüne kadar duyguları paranteze almakla yaşanmamış mıdır onca felaket, acı, savaş ve çözümsüzlükler?)

Paranteze aldığım soru, bugün yazacağım yazının esas konusu olmamakla birlikte, gerçek şu ki: bazen karmakarışık olmak, düz veya stabil düşünce dalgalarına karşı panzehir gibidir… Ne kadar karmaşıklaşırsa fikirler ve cümleye yansıyan halleri, o kadar kaos demektir ki, zaten her şeyin başı da kaos değil midir? Kesinliği sevmek gerekir: Dünyanın karmaşık düzenini siyah-beyaz bir görünüme indirgeyelim. Her dava, ‘yüreklilik ve dostluk’  rengine ihtiyaç duymaz mı?

***

Yazıyı yazmaya başladığımda ülke gündemi yoğun bir kömür karasıydı. Sonrasında, rutin yaşam dalgası beni vurdukça, aksadı yazı yazmam ve bugünlere kadar geldi. Öncelikle şunu söylemeliyim ki: Ateş düştüğü yeri yakarken, ne sağanak ne de çığ düşse söndüremez acıların ateş yanığını… Yangın yerine dönen ülke panoramasında, kendi atmosferinde soluyan her organizma, “ne zaman bir böceğe dönüşüp de bu gayya kuyusu dünyadan, bir çöpe hızla atılacağım/fırlatılacağım” diye düşünmekten kendini alamıyor. Görüldüğü üzere: karmaşık işlerin döndüğü, çapraşık durumlardan böcekleşmeden (başkalaşmadan) kurtulmanın imkanı yok gibi! Toplumlardaki her birey, kendi tragedyasını yaşar ve bir çöplüğe savrulur gider.

Derinleşmeden açılan çukur ve gömülmeden düşünce karanlığa, başka bir sahneye geçme zamanında “imdat kolu” gibi yetişiyor sanat. Her ne kadar sanat dünyasının da kendi çemberinde var olan tuhaflıklar söz konusu olsa bile, yine de iddialı bir cümleye sığınma ihtiyacı duyuyor insan: Dünyayı Sanat Kurtaracak!

Böylesi bir cümleyi söylemek: ciddi bir iddia mıdır, yoksa var olan dünyanın savaş ortamında hafif mi kaçar? (Aynı soruyu bir zamanlar Duygu Asena’nın da sorduğunu anımsıyorum.) Apaçık: sorunun yanıtını okuyucuya bırakıp burada durmak (sıyrılmak) istiyorum.

Evet, dünyanın içine düştüğü savaş ateşlerinden ve tamtam seslerinden bir kurtarıcının çıkmasını beklemek olasılığı varsa, bunun sanat olması tercihinden yana oyumu kullanıp, sanata sığınmak gibi bir yolun haritasını naçizane oluşturma çabasına girişeceğim. Neden mi? Şöyle pratik bir düşün yumağına dalalım ve içinden sorular çıkarmaya çalışalım: Dünya tarihini neresinden tutarsanız tutun, savaş kültürünün doğurduğu sorunların yaygın olmadığını söyleyebilir misiniz? Hadi ters köşe yapalım ve aynı soruyu bir de “barış” gözünden soralım: Savaş sorunları, “barışçıl” bir dünya kurabilme çabalarımızı da takip etmez mi? İşte şimdi burada kısacık bir soluklanmayla duralım ve dönüp bakışımızı Kıbrıs’a çevirip, saatlerce karşımızdaki fotoğrafa uzun uzun bakalım. Bakmakla görme arasındaki farklılık zincirine takılmamışsak, saatlerce bakmak, günlerce seyretmek, yıllarca aynı fotoğrafta kalmak bir şey ifade etmeyecektir. Tüm bu bakma, seyretme, dalıp kendinden geçme veya önünde çakılı kalmak gibi bilumum durumlardan elinize sadece “seyirlik tadında memleket halleri” kalır ki:  bir fıçı dolusu boş, safsata içinde sosyal-medyatikleşip, popülerleşmek için, kendini Hurma Ağacına çıplak bağlamaya kadar varan humor (hafife alma) durumları yaşanacaktır. Ha yaşanmıyor mu? Geçin, açın pencerelerinizdeki perdeyi ve seyreyleyin gülünecek dünya halini!

Bu bakımdan küçük evren (microcosm) ile dünyalar ne yazık ki kurulmuyor. Kurulamıyor. Çünkü tek taraflı bakış açıları, vizyon denilen o geniş pencerenin sadece ve sadece bir kanadını açabilmek demektir ki, o kanada zaten olanca yüküyle hiyerarşi ve iktidarın toplumsal açlığı birikmiştir. Dolayısıyla da aç olan düzen, insan topluluklarını yutmak için fırsat kollar haldedir. Olası duruma karşı çıkmak mümkün müdür? Tarihteki tüm karşı çıkışlar radikallerin uğraşlarıyla yaşanmıştır. Her insanı insan olarak görebilme durumudur ki bunun da herkes tarafından uygulanması koşulu vardır. Amaçlar bir öz’e evirilir, mutlaka. Özün içinden ise tarihten şu söz doğar: “Hiçbir insan bir ADA değildir.” John Donne insanı okyanusta bir damla gibi tanımlar. Ölünce bir insan eksiliriz hepimiz; çünkü hepimiz insanoğlunun bir parçasıyız.

Şimdi hep sorulan soruya geldi dayandı söz: Peki, çanlar kimin için çalıyor?

Cevabı, soruyu sormadan yazdığım paragrafın ara satırlarında… Önemli olan ara satırları başlık haline dönüştürebilmektir. Sanki bir “açmaz” durumuna düştük gibi… Şimdi bu açmazdan “sanat” yoluyla çıkıyoruz demekle, yine mi, ütopya gezegeni yaratmış olacağım? Kültürler sanat sayesinde birbirini tanıyacak ve korkmamayı öğrenecekler. İşleyen iki diyalektik düzen içinden sıyrılmak için, defalarca bir sanat etkinliğini düzenlemek ve disiplinlerarası bir harmanlamayla sunmakla açmazların çıkmaz sokaklarının duvarlarına incecik yarıklar açmak mümkün. Defalarca tekrarlanan bir sanat gösterisini birçok kişi izleyerek bazı şeylerin toplumlarda değişmesi için ön ayak olabilir. 2010 yılından bu yana Yakın Doğu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi AKADEMİADA ile sanata daha “yakından” bakmayı hedefliyor. Evrensel bir dil olan kültürel ve sanatsal deneyimlerin paylaşımı için oluşturulan ortamla, sadece Ada’dan değil Türkiye ve dünyadan birçok üniversite ile işbirliği yapılıyor. Bu yıl (2014) beşincisi üzenlenen AKADEMİADA ile birçok öğrenci (eğitim için üniversitelere gelen rutin öğrenci nüfusu dışında) sanat için, Lefkoşa’da Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nde buluşuyor. Etkinliğin benim gözümdeki açılımı: (durağan) kültüre, devingenlik kazandıran dinamik yapının akademi içinde nefes almasıdır. Bugüne kadar geçen süreçte AKADEMİADA, Yakın Doğu Üniversitesi’nin kendi olanak ve mekanlarında gerçekleştirilmiştir. Bu önemli ve üzerinde durulması gereken bir cümledir. Sanata verilen destek ve gerekli şartların oluşmasında üniversitelerin rolünü bir kez daha bize anımsatmaktadır. AKADEMİADA’nın gerçekleşmesinde bugüne kadar programlı, disiplinli ve vazgeçmeden, yılmadan ve de emeklerini acımadan çalışan, YDÜ Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi öğretim üyelerinin adlarını burada teker teker yazmak ve onlara Ada sanatına katkılarından dolayı kamusal alanda (okuyucuyla birlikte) teşekkür etmek istiyorum:
Prof. Dr. Uğurcan Akyüz (Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi, kurucu Dekanı)
Doç. Erdal Aygenç (Dekan Vekili)
Yard. Doç. Erdoğan Ergün
Öğr. Gör. Gökhan Okur
Öğr. Gör. Evrim Ergün

***

Sanatın sessizliğini sese çevirmeyi başarabildikleri ve tutarlı gelişim içinde yol alabildikleri içindir ki AKADEMİADA bugünlere gelmiştir. Heykel sempozyumu için tüm koşullar zorlanıp, olumsuzluklar olumluya çevrilerek ada dışından büyük mermer bloklar, üniversite bahçesine taşınarak, bir açık hava heykel atölyesi kurulmuştur. Bunun için de Erzurum Atatürk Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi’nden Prof. Mustafa Bulat asistanları ve öğrencileriyle, sanatın taşta ve mermerde dil bulmasına yıllardır katkıda bulunmaktadır.
Görüldüğü üzere: resim, heykel, tasarım iç içe geçmiş durumda. Bu nedenle AKADEMİADA benim için tüm disiplinleri bir araya getirerek, ada kültürüne “açık hava müzesi” bağlamında katkı koymayı başarabilen, güncel sanat performansıdır.

Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’nin atölyelerinde ve bahçesinde, pratikte sanat ayağa kalkıyor.

Konferans salonlarında etkinlik çerçevesinde düzenlenen konferanslarla da teorik yönde sanatın önemi, günceli, tarihçesi ve öyküsü kuramsal anlamda tartışılıyor. Eylem, düşünmek ve uslamlamak bütünü içinde diyorum ki: aslında tüm ADA’nın bu etkinlik bağlamında bir araya gelmesi ve ayağa kalması gerekir(di). Az önceki popülist model içindeki “Hurma Ağacına çıplak bağlanmak” metaforuna yeniden geri dönmek istemiyorum. Ve fakat hatırlatıyorum.

Evet. Dünyayı sanat kurtaracak. Daha doğrusu ADA’yı SANAT kurtaracak.
Şimdiki zamanın kusurlarına dikkat çekmek için SANATa ihtiyaç var.