Dünyayı Ayakta Tutmak…

Dilek Karaaziz Şener

II. Dünya Savaşı sırasında İtalyan sanatçı Gino Boccasile’nin yaptığı bir afiş vardır. İllüstratör bu afişte, Amerika Birleşik devletleri Silahlı Kuvvetleri’ni simgeleyen “siyah” bir asker kullanmıştır. Bu girişten sonra şunu hatırlamakta yarar görüyorum. II. Dünya Savaşı sırasında ABD’nin savaşa resmen katılmasıyla birlikte Amerika kamuoyunun savaşla ilgili görüntülere boğulduğunu, toplumsal tarih tüm açıklığıyla yazmaktadır. Tarihin satır aralarına şöyle bir göz gezdirip, bu cümleyi doğrulatan yeni cümleler peşindeyim. Bulmakta zorlanmayacağımdan eminim.  Çünkü yazılı kaynaklarda şöyle bir bilgi aktarılır: “1942 yılında kurulan Savaş Haberleri Ofisi önemli bulunan afişlerden 1,5 milyon kopya bastırmış ve her ay 100.000 haber ilanı metrolara, tramvaylara ve otobüslere asılmıştır.” Ordu Muharebe Birliği’nin ürettiği filmler kopyalanarak milyonlarca kişiye ulaşmıştır.

Hemen akla şöyle bir soru gelebilir: Basın savaşa yardım mı etmiştir? Savaş zamanında aslında medyaya uygulanan “sansür” hepimiz tarafından açık ve net olarak bilinir. Ama yine de II. Dünya Savaşı sırasında medyanın savaşa desteğini ve sadece cephedeki ve de özellikle düşman askerlerin görüntülerinin sivillere, diğer bir deyişle halka yansıtıldığı gerçeğini kabul etmeliyiz. Bu tipik bir Amerikan siyasetidir. Ne olursa olsun “Her şey tıkırındadır!”. Bu nedenle devlet politikası savaş gibi olağanüstü hal zamanlarında basına “sansür” uygulamaktan kesinlikle kaçınmamıştır.
Ciddi psikolojik sorunlar yaşayan askerlerin fotoğraflarına ne olmuştur?
Amerikan saldırılarında ölen sivillerin fotoğraflarına ise kim el koymuştur?

1993 yılında Yale Üniversitesi tarafından basılan George Roeder, Jr.’ın The Censored War: American Visual Experience During World War Two adlı kitabında, televizyon haberlerinde afişlerin ve reklamların incelenmesi, sivil ve askeri liderlerin, savaşın milletin algısını kontrol etmek ve savaş karmaşıklığını hafife almak için kullandıklarını, görsel imgelerle ortaya koymaya çalışmıştır. Bu kitabın sunduğu verilerden hareketle, yukarıda paragraf sonunda sorduğumuz soruya geri dönersek, ciddi psikolojik problemler yaşayan askerlerin fotoğraflarına el konulduğunu söyleyebiliriz. “Sansürlenmiştir” demek belki de daha doğru olacaktır. Bu fotoğraflar, 1945’ten başlayarak farklı sorunlara gebe bir dünyanın göstergesidir de aynı zamanda. Amerikan saldırıyla ölen sivillerin fotoğrafları hep sansürlenmiştir. Yakın geçmişte Irak’ı işgal eden aynı Amerika, buradaki görüntüleri de basından gizlememiş miydi? Ve Obama’nın ilk onayladığı dosya Ebu Garaib’deki işkence fotoğraflarının üzerindeki kilidi açmak olmamış mıydı? “Karanlık Oda” Pentagon’un işgal sırasında ardında bıraktıkları, sivil halka uygulanan her şeyin medyada ve internet sitelerinde yayınlanmamış mıydı? Bu aşamada, Stephen F. Eisenman’ın Ebu Graib Etkisi Batı Sanatında Şiddetin Kökenleri kitabını anımsayalım. Bu yazıdaki amacım, savaştaki işkenceyi sorgulamak değil! Bunu daha önce Sanat Eki’ndeki yazılarımdan birinde genişçe sorgulayarak, fiziksel bedenin derinliklerinde gömülü duran acı bellek kalıntılarını biraz olsun vicdanlarımızın hafif melek kanatlarına bırakmıştım.
***

Goethe’nin de dediği gibi “ışık bira daha ışık” diyerek, ruhlarımızı bir arındırma seansından geçirmekteyiz. Dünya “iyi” ve “kötü” olarak gittikçe daha da çok kutuplaşıyor? Böyle olmadığını kim inkâr edebilir ki?
Savaş acımasızdır!
İnsan ölümün her türüne alışıyor zamanla! Ama ya savaşın ölümleri?
Kayıpları?
Silinen hayatları?
Dağılan mutlulukları?
Travmaları, psikolojik bozuklukları?
Kördüğüme dönüşen yaşama dair sorulardır, hep bunlar…
***

“Ölüm” anısı biriktirmek!

Camus’nün da dediği gibi onca acı bulutuyla sarmalanan şu dünyada, her geçen gün biraz daha zorlaşıyor nefes almak.  Hepimiz ucundan, kıyısından bir şekilde hayata tutunmaya çalışıyoruz. Hayatı yakalamaya çalışırken bir şekilde doğduğunuz coğrafyada,  yine hayat tarafından terk edilmek de olası! Hatta kaçınılmaz. Doğduğum adanın üzerindeki bulutların hep coğrafyasından kaynaklanan bir kaderi paylaşmakta olduğunu düşünmek içime sızı gibi işler. Bir süre sonra da bu sızı, hele ki göçe dönüşmüşse,  inceden inceye bir yaraya dönüşür. Hep ölüme, kayıplara, yok olmalara, savaşa dair değil midir bu adanın anı dağarcığı?

Bellekte saklanan bir miras: Ölüm, kaybolmak, kayıplar…

Belleğe dayalı bu ayıklama işlemi çok katı bir biçimleniş olarak algılanabilir.
Ama gerçeklerden ne kadar kaçabiliriz ki?
Hele de söz konusu anı biriktirmek bağlamında “bellek” olduğunda?
***

Söz nereden nereye geldi.
Bu kaçınılmazdı!
2013 yılını bitirmeye hazırlandığımız şu günlerde, eldeki toplamları görmeye çalışıyorum.
Elde acıdan ve ölümden başka kalan nedir, diye baktığımda hızlıca bir cümle geçiyor aklımdan:

‘Dünyayı ayakta tutma’ mücadelesi daha çetin bir hal aldı.

Ve bu görevi üstlenmekten başka çare yok!

Maalouf’un da dediği gibi; kadın erkek herkes bir işe girişmeli ve ucundan tutmalı çivisi çıkan dünyayı…

Yine de: “Tufan” kaçınılmaz değil!