DONMAK, ÖYLECE KALMAK...

Cenk Mutluyakalı

Sen yoksun
Boşuna yağıyor yağmur
Birlikte ıslanmayacağız ki...

aziz nesin

-------------------------------

DONMAK, ÖYLECE KALMAK...
 

Çoğu zaman “donup kalıyoruz” öylece…
Yaşadıklarımızdan!
Hem sebebiyiz, hem de isyancısı!
Öyle ya da böyle, mağduruyuz.
Ve, haklısınız...
“Böyle bir hayat değil istediğimiz…”

*  *  *

“Benden neden bu alışılmadık şeyi yapmak istediğime dair bir açıklama isteniyor. Ben sadece 14 yaşındayım ve ölmek istemiyorum ama ölüyorum. Dondurulmak!
Bunun yüzyıllar sonra bile olsa bana iyileşme ve yeniden uyanma şansı vereceğini düşünüyorum. Toprağın altına gömülmek istemiyorum. Yaşamak, uzun yaşamak istiyorum ve gelecekte kanserim için bir tedavi bulunacağını ve beni uyandıracaklarını düşünüyorum. Bu şansa sahip olmak istiyorum. Bu benim tek dileğim.”


Bu mektup 14 yaşında bir genç kıza ait!
Kız, iki ay önce öldü.
Ve annesi bir hukuk mücadelesi başlattı.
“Kızımı dondurunuz!”

İnsan bedeni eksi 130 derecedeki sıvı nitrojen içinde donduruluyormuş.

Baba, bu talebe karşıydı…
Mahkemede didiştiler…
Hakim, annenin yanında yer aldı.
Ve genç kızın cansız bedeni, ileride hastalığa çare bulunacak umuduyla donduruldu.
Aslında ‘ölüm’e çare istenen!
Heyhat!

*  *  *

Son ‘istatistikler’e bakıyorum!
Kocaman bir dosya...
Gelirler… Giderler…
Hekimler… Muallimler…
İhracat… İthalat… vs… vs…
Ve en çıplak gerçek: Yaşamak ümidi!

*  *  *

Avrupa’da bir ülkede, şimdi detayını anımsamıyorum ancak bir siyasetçinin tek vaadiydi:
“Yaşam sürenizi uzatacağım! Daha kaliteli, daha sağlıklı, daha keyifli!”

*  *  *

Son beş senede bizim “yaşam ümidi” süremiz artmış.
72’ymiş erkeklerde, kadınlarda 76…
Beş sene evvel!
Şimdi 80 olmuş erkeklerde...
Kadınlarda 83...
‘Toplumsal cinsiyet eşitliği’
nden bakarsak, kadınlara ‘pozitif ayrımcılık’ var yine (!)

*  *  *

İşimiz, gücümüz yaşamak olmalı, der ya şair!
Mesele ‘mecburiyet’ dışındaki ‘an’lar elbette….
Hani ‘daha kaliteli, daha sağlıklı, daha keyifli…’

*  *  *

Elli sene evvel dondurmuş olsalardı birilerini, yurdumda...
Ve şimdi uyandırsalardı yeniden…
Bir hafta sonra yeniden isterdi herhalde, donmayı!
“Bir yanlışlık oldu” derdi, “sanki de zaman hiç geçmedi…”
Bilmem, abartıyor muyum ne?
….
Hani bu coğrafyanın derdi bitmeyecekse, dondursunlar, beni de!

-----------------------------------

Her yeni güne, acemi çaylak gibi başlamak

İlk kez gittim, Girne’de “Art Rooms at The House”a…
Emin Çizenel’in resim sergisi vardı ve sohbeti…
Nefis bir galeri…
Turizmci, yatırımcı Erbil Arkın, hem Girne’nin hem ülkenin ihtiyacı olan önemli bir mekâna yaşam vermiş.
Böylesi yatırımların maddi bir karşılığı olmaz, ancak idealle olur, çağdaş bir yaklaşımla, dünyalı bir hevesle...
Umarım, uzun seneler yaşar…

Kültür politikamız içerisinde müzeler ya da sergi salonları çok önemli yer tutmuyor, ne yazık.
Seneler evvel Lefkoşa’da HP Galeri vardı, çok önemli bir tarihi eser ve galeri olarak hizmet veriyordu.
Şimdi Kur’an Kursu yapılıyor orada, yanılmıyorsam…
Atatürk Kültür Merkezi, genelde tadilatta! Çağdaş bir sergi salonu da olamadı hiçbir zaman.
İsmet Vehit Güney’in adına yapılan yer, ‘hangar’ gibi!
O kimilerinin laf attığı Avrupa Birliği, iyi ki Bedesten’i restore etmiş.
Başşehri kurtarıyor!

Emin Çizenel’in resmini ya da sergisini yorumlamak gibi bir hadsizlik içerisine girecek değilim.
Ama ‘çivit mavisi’ ya da ‘şarap kırmızısı’na vurulmamak elde değil!
Bir başka mevsim uyandırıyor içimizde, onca duyarlılığı bir çığlığa dönüştürüyor.
Emin hocam, dört farklı çekmecede sakladığı hazinesini bizlere açmış; siyasi, kültürel, ekolojik ‘döküntümüzü’ sanatıyla farklı bir yerden yeniden anlatmış.
Bir de masalı var, fantastik!
40 yıllık sanat yaşamının zirvesinde hocam…
16’ncı yüzyıldan kalma Piri Reis’in Akdeniz haritası, Birleşmiş Milletler askerlerinin iz düşümleri ve Ara İrini’den heykellerle görsel bir masal yaratmış.


Sohbet sırasında “çağımızın estetiği de güzel kavramı da değişiyor” diyor Çizenel…
İnsanoğlunun kendini taçlandırdığı yerde, yani ‘sanat’ gezegeninde yenilmeden yenilenmenin tohumunu çatlatıyor, onca küflenmişliğe, onca paslanmışlığa başkaldırarak…
“Her yeni güne, acemi bir çaylak olarak başlıyorum” diyecek kadar da alçakgönüllü…
Sanat bize ‘insanlığı’ hatırlatıyor.

 

------------------------------


Çatlatma köşesi (!)

Gazeteci büyüğümüz Hüseyin Güven için açtım bu köşeyi!
Kanada’ya gittiğinden beri, gönderdiği mesajlarla beni çatlatıyor!
Kahrımdan elbette…
“Cenk, biz Kıbrıs'ta kazalarla uğraşırken bak burada neyi bile düşünürler. Yeni açılan bir Mall'un park yerinde gördüm” diyor!
Hamileler için park yeri bu…
Buyurunuz!

----------------------


haftanın notcukları

• Sosyal medyanın bir iyi tarafı var, istemediğiniz insanı okumuyorsunuz, takip etmiyorsunuz, hatta,  da sizi takip edemiyor.
‘Seçiyorsunuz’ yani!


Adaletin kestiği parmak sızlamaz, derler de! Fena sızlıyor bazen.

• Üç parça alışveriş için üç kocaman naylon poşet alanları görüyorum!
Yazık....
( yeniduzen.com’a girerler ve Derya Beyatlı’nın son yazısını okurlarsa, ne demek istediğimi anlarlar.)

• İyiden ‘meyhane’ toplumu olduk ! “Nerede görüşelim” dediğiniz herkesten aynı yanıt, “bir gece meyhanede…”

• Gördünüz mü, camiler, meyhaneler yarışıyor sonuçta! Öteki “hane”leri hiç katmıyorum hesaba!

• Halen anlamadım, çocuklar sabah karanlıkta okula gitmeli mi, gitmemeli mi? Yok eğer gitmemeliyse, öğretmenler niye uymuyor 08.30 mesaisine!
“Saatleri geri alsınlar!”
E almaz bunlar...
Çocukların suçu ne?