“Dohnili Kıbrıslıtürkler’in öldürülmesi karanlıkta…”

Sevgül Uludağ

POLITIS gazetesi “Kıbrıs: Cezalandırılmamış Suçlar Dosyası”nı yayınlamaya devam ediyor

Lefkoşa, 7 Ağustos 2018 (T.A.K): Politis gazetesinin her gün yayımladığı cezalandırılmamış suçlar dosyasında bugünkü konu Taşkentli (Dohni) 84 Kıbrıslıtürk oldu.

Gazete “Tanıklar Olmasına Rağmen İsteksizlik… Dohni’den 84 Kıbrıslıtürk İçin 13 Yıl Araştırma” başlıklarıyla verdiği haberinde, Kıbrıslıtürkler’in 1963-74 döneminde öldürülmesi ve Kıbrıslırum polisinin faillerin kimliklerine ilişkin emarelere sahip olduğu birçok suç olayının aksine,  Dohni (Taşkent) savaş suçunun, gerçek suçlulara ilişkin emareler olmaksızın tamamen karanlıkta kaldığını yazdı.

“Polis soruşturmasındaki paradoks, Dohni meselesinde başrol oyuncularının hayatta olmasıdır”  şekilde yazan gazete, Kıbrıslırum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) Genel Kurmaylığının emri üzerine 13 yaş ve üzerindeki 85 Kıbrıslı Türk erkeği Dohni (Taşkent) ilkokulunun bahçesinde toplayan  Zigi (Terazi) ve Dohni (Taşkent) milis kuvveti  Kıbrıslırumlar’ın yanı sıra 84 kişinin öldüğü saldırıdan sağ kurtulan 1 kişinin hala hayatta olduğunu belirtti.

Gazeteye göre, bahse konu Kıbrıslıtürk, Kıbrıslırum polisine verdiği ifadede özetle şunlar anlattı:

“Dohni ve civar köylerden Kıbrıslırumlar, Kıbrıslıtürkleri yakaladı ve okulun bahçesinde topladı. Okulun bahçesindeyken, askeri kıyafetli uzun saçlı ve sakallı, bilinmeyen bir Kıbrıslırum, Kıbrıslı Türkleri aldı ve otobüsle Limasol’un Agia Fila köyüne kısa bir mesafede ıssız bir bölgeye götürdü. Yanında olan tüm belgeleri aldıktan sonra Kıbrıslırumlar ateş açmaya başladı. 5-10 dakika sonra silahlar durdu ve Kıbrıslırumlar, üzerine cesetler düştüğü ve örtüldüğü için öldü zannedilen kendisi dışında neredeyse tümü öldürülmüş olan Kıbrıslıtürkleri gömmek üzere ekskavatör getireceklerini söylediler. Birkaç saat bekleyip, Kıbrıslırumlar’ın gittiğinden emin olduktan sonra ayağa kalktı ve kaçtı. 8 günün ardından Muttayaka’ya (Mutluyaka) varmayı başardı ve oradan Ağrotur’daki İngiliz Üslerine götürüldü”.

Bahse konu Kıbrıslıtürk Suat Kafadar’ın anlattıklarının Kıbrıs Rum toplumunda ilk kez duyulmadığını yazan gazete, çeşitli yıllarda belgesel ve kitaplarda yer alan anıların Kıbrıslırum Haber Ajansı’nın (KİPE) yaptığı röportajda da yer aldığını kaydetti.

“POLİS SORUŞTURMASINDAKİ BOŞLUKLAR”

Dohni katliamıyla ilgili polis soruşturmasının, Kıbrıslıtürkler’in Kıbrıs Cumhuriyeti aleyhinde 2010'da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurması dolayısıyla yapılan soruşturmadan çok önce başladığını kaydeden gazete, öldürülen Kıbrıslıtürkler’in yakınlarının 2005 yılı Temmuz ayında, olayın soruşturulması talebiyle Kıbrıslırum Başsavcılığı’na başvurduğunu belirtti.

Gazete, 26 Temmuz 2005 tarihli görüşmede Kıbrıslıtürkler’in, kendi durumlarının, diğer kayıp meselelerinden farklı olduğunu; Kıbrıslıtürkler’i yakalayan ve onları otobüslerle öldürüldükleri ve gömüldükleri yer olan Agia Fila-Palodia kavşağına götürenlerin belli olduğunu ifade ettiklerini aktardı. Gazete, kaçınılmaz olarak, Kıbrıslıtürk mağdurların yakınlarının, olayın sorumluluğunu Dohni’nin Kıbrıslırum sakinlerinin üzerine attığını belirtti.

Öte yandan olayı yaşayanlardan Suat Kafadar’ın, Dohni’nin Kıbrıslırum sakinlerinin suçlamadığını; polise verdiği ifadede ve KİPE röportajında onlara otobüste eşlik eden ve öldürenlerin köy sakinleri olmadığını söylediğini aktaran gazete, Kafadar’ın tanıklığının ikinci otobüsü için geçerli olmayacağından söz etti.

“Kafadar’ın ifadesinin, polisin araştırmalarının, Ağustos ayı içinde Dohni’ye gidenlerin saptanmasına çevrilmesi için yeterli olması gerekirdi” diye yazan gazete, 2004 yılında röportaj veren Dohni-Zigi milisi (katliamın baş şüphelisi) Anderas Dimitriu’nun, Dohnili Kıbrıslırürkler’i teslim alan üniformalıların Hirokitiya’da (Skoritya) karargah kurduğunu ve katillerin Agirdaki (Alemdağ) köyünden olduklarını iddia ettiğini aktardı.

Gazete, polis soruşturmasında Dohni’den başka tanık aramadıklarını savunan gazete, yapılması gerekenleri ve izlenmesi gereken yolları analiz etti.

Haberin bir başka kısmında Dohnili Kıbrıslıtürkler’den oluşan ikinci grubun bindirildiği ikinci otobüsün, Kafadar’ın bindirildiği otobüs gibi Limasol’a gitmek üzere ayrıldığının bilinmediğini belirtti.

Haberde o dönemde çıkan haberlere de yer verildi.

(TAK Ajansı Rumca Haber Bülteni’nden – 7.8.2018)

 


 

 

BASINDAN GÜNCEL…

 

“Mezarı var olanın varlığı yok olmaz…”

Ohannes Kılıçdağı

William Saroyan’ın, ‘Madness in the Family’ (Ailede Delilik) diye bir öyküsü vardır. Öyküde anlatılan ‘deli’, Amerika’ya göçmek zorunda kalan ilk kuşak Ermenilerden biridir. Ona deli derler, çünkü Ermenilerden biri bir an evvel ölsün de gömülsün diye bir saplantısı vardır. Adeta biri ölsün diye milletin ağzının içine bakar. Her karşılaştığına, özellikle de yaşlıca olanlara sağlığını sorar ve “İyiyim” cevabını alırsa üzülür, canı sıkılır. Karşısındakini, “belki o kadar da iyi olmadığına” ikna etmeye çalışır. “Birazcık başı bile mi ağrımıyor?”dur. Bir süre sonra insanların moralini o kadar bozar, o kadar bıktırır ki, uzaktan onu gören yolunu değiştirmeye başlar. Tabii nihayet, bir gün biri ölür ve ‘Ararat Mezarlığı’na gömülür de bizim adam da rahatlar.

Peki, bu adam niye buna takmıştır? Bu sorunun cevabını öyküdeki tek bir cümle çok iyi veriyor: “Ölüm içimizden birini yakalamadığı, biz de onu gömüp orada yattığını bilmediğimiz sürece nasıl herhangi bir yere ait olabilirdik ki?” Malum, köklerinden koparılan Ermeniler –veya diğer göçmenler– için bir yerde yerleşik ve oraya ait olma hissi psikolojik açıdan hayati, hayata tutunma belirtisi. Aidiyet hissiyle de mezarlıklar arasında doğrudan bir ilişki var. Mezarlıklar, kolektif kimliklerin görünen hafızası oluyor, bellek için bir çapa vazifesi görüyor. İnsanlar ona tutunuyor. Geniş bir arazide asırlardır yan yana birikmiş, yerine göre yüzler, yerine göre binlerce mezar taşı, insanlara “Buradaydık, buralıyız” dedirtiyor.

O gruptan olmayanlar için de mezarlıklar, o grubun aidiyetinin göstergesidir ama bu sefer, tam da bu nedenden dolayı, hedef olarak. Onun için düşman bellenen grubun mezarlıklarına saldırı tarihte vaka-i adiyedir. Onun içindir ki Ermenileri Anadolu’dan temizlemekle ‘yetinilmemiş’, mezarları da hedef alınmış, çoğu yerde dümdüz edilmiştir. Hadi yaşayan Ermeniler bebeğine varana kadar “düşmanla işbirliği yapan hainler”di. Ölüler de mi “düşmanla işbirliği” yapmıştı? Geceleri hortlayıp Osmanlı askerlerini korkutuyorlardı herhalde. Ama olmazdı, mezarlar bırakılamazdı. Düşünebiliyor musunuz; bir şehirde veya kasabada bir tane bile Ermeni kalmamış ama binlerce Ermeni’nin yattığı bir mezarlık sapasağlam duruyor, çok tuhaf olmaz mıydı? Gelecek kuşaklara ne diyecektiniz? Sonuçta, yaşamayanlar ölemezler; hayat varsa ölüm var. Kişiler için olduğu gibi, halklar için de... Yaşadığını gizlemek istediklerinin ölülerini de gözden kaybetmen gerekir. Benzer bir durum Avrupa’daki, özellikle Doğu Avrupa’daki Yahudi mezarlıkları için de söylenebilir. Mezarlıklara saldırı, hafızaya saldırıdır.

6-7 Eylül (1955) denince akla daha ziyade dükkânlara yapılan saldırılar gelir ama mezarlıklara da birçok saldırı olmuştur. Hadi dükkânları yağmalamanın çift yönlü bir ‘fayda’sı var. Hem düşman bildiklerini zarara uğratıyorsun, hem aradan ganimet çıkarıyorsun. Ayrıca, onları korkutup kaçmalarını sağlıyorsun. Mezarlıklara neden saldırıyorsun? Ölülerden gelen bir zarar mı var? Çünkü mezarlıklar varlığın, tarihin, aidiyetin ve meşruiyetin göstergesi ve simgesi. Mezarı yok edilmeyenin varlığı yok edilemez. Yaşayanları korkutur kaçırırsın ama ölüler kendileri kalkıp gidemez. Onun için birilerinin o mezarları da ortadan kaldırması gerekir.

Velhasıl, mezarlıklar hayatın da, siyasetin de devamıdır. Mezarlıklar siyasi, ölüm politiktir. Bunu görmek için her zaman uzak tarihe veya soykırımlara gitmeye gerek yok. Bizim şahit olduğumuz yakın geçmişin kimi olaylarını arka arkaya saymak yeter: Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk’un cenazesine yapılanlar, darbe girişimi sonrası oluşturulan ‘Hainler Mezarlığı’, öldürülmüş PKK’lıların mezarlıklarına yapılan saldırılar, şimdi tam olarak neresi olduğunu hatırlamadığım bir tatil beldesinde, senelerdir orada yaşayan bir ‘yabancı’nın Müslümanlarla aynı mezarlığa gömdürülmemesi... Türkiye’de Sünni Türklüğün ötekisi veya antitezi olarak tanımlanan veya siyaseten düşmen bellenen kimliklerin mezarlarına karşı da mücadele, sanki yaşıyorlarmış gibi devam eder. Ölüler ölmüş ama ruhlarına eziyet eden zebanileri bu tarafta kalmıştır.

Bu arada, eğer okumadıysanız, Saroyan’ın yukarıdaki öyküsünün de bulunduğu, naçizane kulunuzun Türkçeye çevirdiği ‘Ödlekler Cesurdur’ başlıklı seçkisi Aras Yayıncılık’tan beşinci baskısını yapmış. Saroyan’la ve onun anlattığı ilk kuşak Amerikalı Ermenilerle tanışmak için iyi bir fırsat.

(AGOS - Ohannes Kılıçdağı – 3.8.2018)