Son derece inatçıydı. Bazen kendisi de şaşardı inatçılığına. “Doğum esnasında kafam delinmişti, ondandır galiba” derdi. Çocukluğunda ilk dili Rumca idi. Okula gidince Türkçe öğrenmeye başladı. O yörenin insanları bir “tuhaftı” zaten. Çoğunun dinlerle ve uluslarla arası iyi değildi. Tarihte iki-dinli oldukları zamanlar vardı. Sonra, milliyetçi mahalle baskısı onları tercih yapmaya zorladı. Kimi Müslüman oldu, kimi Hıristiyan. Rumca uzun süre Müslüman olanların da birinci dili olarak kaldı.
O, ilk gençlik yıllarına adım atarken dünya ile birlikte Kıbrıs da son derece hareketli bir döneme girmeye hazırlanıyordu. Sömürge İmparatorlukları başkaldıran halklarla karşı karşıya geliyor, dünya haritası yeniden çiziliyordu. Ezilenler “haysiyet mücadelesi” başlatarak ülkelerine sahip çıkmak ve kendi geleceklerini serbestçe belirlemek istiyorlardı. Millet ve milliyetçilik fikri ile Kıbrıslı Türklerden çok daha önce tanışan Kıbrıslı Rumlar da İkinci Dünya Savaşından sonra seferberlik başlatmış, Kendi Kaderini Tayin Etme hakkını talep ediyorlardı. Sömürgeciliğe karşı başkaldırıyor, kurşun sıkıyor ve kendilerini “gerçek sahibi” olarak gördükleri “Büyükada’nın Anavatan Yunanistan’a” kavuşmasını istiyorlardı. Onlara göre Kıbrıslı Türkler “önemsiz bir azınlıktı” ve bu konuda söz söyleme hakları yoktu.
İnatçılığını ilk defa bu dönemde sergiledi. “Biz de varız” diyerek EOKA’nın “görmek” istemediği Kıbrıslı Türklerin varlığına dikkat çekmek için yeraltı teşkilatı üyesi oldu. Silah kuşandı. Bir toplumun varlığını hiçe saymanın “haysiyet sorunu” yarattığını erken yaşlarda kavradı ve sözcük dağarcığına “varoluş” ile “haysiyet” kelimelerini yan yana dizdi. Onun lügatinde artık Kıbrıslı Türklerin mücadelesi bir haysiyet mücadelesiydi.
Kıbrıslı Rumlar adanın geleceğine tek başlarına karar vermek için giriştikleri kavgada yenildiler. Bu yenilgi biraz da kendisinin “Nigosebaba”da anlattığı gibi, herkesin hep birden “pehlivan papazın” üstüne çullanmasıyla gerçekleşmişti. Fakat yenilginin nedeni ne olursa olsun, kavganın sonunda Kıbrıslı Türkler “görünür” olmuşlardı. Tam 82 yıl boyunca “önemsiz bir azınlık” olarak yaşadıkları ülkede şimdi kurulan devletin eşit ortağıydılar. Yenilenler yenilginin intikamını almak için yeniden silaha sarıldıklarında, o da silahına sarılarak cesurca direndi. O, bu kavgayı da bir haysiyet kavgası olarak görüp yaşadı. Ne var ki, bu kavganın sonucu önceki kavgadan farklı oldu. Kavgayı kaybeden Kıbrıslı Türkler kapatıldıkları gettolarda yeniden “görünmez” oldular. Kıbrıs’ın bütününde söz söyleme hakları ellerinden alındığı gibi, kendi kendilerini yönetme hakkından da mahrum bırakıldılar. Komutanların komutası altında sürüp giden hayat onun “inatçı” kafasının kaldırabileceği bir şey değildi. Başkaldırdı, iktidara hakikati söyledi ve kendisini hapiste buldu. Suçu, hiç bilmediği, adını ilk defa duyduğu bir “günahı” işlemekti: “Komünistlik”… Kapatıldığı hücrede “günahını” tanımak için kitap okudu ve mahkumiyetine yol açan “günahı” çok sevdiğini anladı. Şimdi “Varoluş” ve “Haysiyet” sözcüklerinin yanına aynı anlama gelmek üzere “Solculuk” sözcüğünü de yerleştirdi. Artık iyice “günahkar” olacaktı…
O, hücrede “komünistlik” öğrenirken faşist Yunan Cuntası Makarios hükümetini devirdi. Serbest bırakıldığında her Kıbrıslı Türk gibi o da büyük bir heyecan içindeydi. Türk askerlerinin “Karaoğlan” Ecevit’in başbakanlığında Kıbrıs’a ayak basmasının “özgür ve sosyalist” Kuzey Kıbrıs’ın temellerini atacağına inanıyordu. Kısa bir süre ütopyasına bağlı kaldı ve Kıbrıs’ın kuzeyinde “Self-Determinasyon”, “Egemenlik” ve “Sosyalizm” yeşermesini bekledi. Fakat tohumlar çiçek açmadı. 1974 Yazını uzun bir “kuraklık” dönemi izledi. Kıbrıslı Türklerin egemen olamayacağı ve kendi kendilerini yönetemeyeceği iyice belli olmuştu. Sosyalizm ise yıldızlardan bile uzaktı.
Yeniden “görünmez” hale gelen toplum artık eskisi gibi “haysiyet mücadelesi” veren bir toplum değildi. Kendi deyişiyle ortalık “HAKYİYCİLER” ile dolmuş, toplum kişiliğini kaybetmişti. Savaş ganimeti üzerine bina edilen “yeni hayatta” adalet ve hakkaniyetten eser yoktu. Toplumun önde gelenleri “reşit” olamamış, baskın ve baskıcı “Ana”nın önünde esas duruş duran çocuklara benziyorlardı. İrade ile haysiyet süratle buharlaşıyordu. “İnatçı” kafasını en çok taktığı HAYSİYET MESELESİ’nin çözülmediği bir yana, insan evladının en temel, en eski meselesi olan bu mesele şimdi her zamankinden daha yakıcı bir sorun haline gelmişti. Kıbrıslı Türkler “görünmeyen”, “adam yerine konulmayan”, “kendi kendini yönetmeyen”, “varoluşu kale alınmayan, yurt hakkı elinden alınmış bir ahali” olup çıkmıştı. Bu durum ağırına gidiyordu. Onca yıllık “teşkilatçılık” bu hale düşmek için mi yapılmıştı?
Teşkilatçılığının yerine ve veya yanına koyduğu solculuğuyla yeni bir Haysiyet Kavgasına atıldı ve rüzgara karşı yürümeye başladı. Fakat bu ne 1950’li yılların, ne de 1960’lı yılların kavgasına benziyordu. Bir zamanlar haysiyeti için harekete geçen toplum şimdi “korku” ve “ganimetle” afyonlanmıştı. O yılmıyordu. Başkaldırıda inat ediyordu. Fakat muktedirler karşısında toplumun bu denli iktidarsız olması onu zaman zaman çaresizliğe sürüklüyordu. Çaresizlik ise öfke ve isyanına rahatlatıcı bir sinizm katıyordu. Her şeye rağmen Haysiyet Kavgasını inatla sürdürdü ve bitmeyen bu kavgada öldü.
Adı: Arif Hasan Tahsin Desem.
Bilinen Mesleği: Öğretmenlik.
Gerçek Mesleği: “Haysiyet İşçiliği”
1936 yılında Dillirga’da doğdu. 2012 yılında “Açık Hava Hapishanesinde” öldü.
Vasiyeti yakılıp küllerinin denize atılmasıydı. Olmadı.
Onun yaşadığı yerde insanlar istedikleri gibi yaşayamadıkları gibi, istedikleri gibi de ölemiyorlardı.
Yine de yapacağını yaptı. Camiyi atlattı ve Hocasız, Papazsız gömüldü.