Dikenli tellerle bölünen bir okul…

Sevgül Uludağ

LURUCİNA’DAN HATIRALAR…

 

 

Duyal Dağman Kurt’un bu fotoğrafını Lurucina’dan Sultan Barbaros arkadaşımız sosyal medya sayfasında paylaşıyor…

Çok ilginç bir fotoğraf bu: Dikenli tellerle bölünen Lurucina’daki bir okulu gösteriyor…

Fotoğrafla ilgili olarak Yusuf Toz, şöyle diyor:

“1963 olayları başlayınca okullar kapanmıştı… Köye gelen Birleşmiş Milletler askerleri, okula yerleştirildi. Daha sonra okul açılınca, okulun geniş avlusuna BM askerleri laramarinadan yapılan prefabrik binalara taşınıp okulu boşalttılar. Avlusu da dikenli tellerle ikiye bölündü. Çocuklar teneffüslerde tel boylarına gelir, bildiği İngilizce ile iletişim kurardı… Onlar da çocuklara bisküvi ve çikolata verirdi… Daha sonra tel boyuna gidişler, idare tarafından yasaklandıydı…”

Sultan Barbaros ise bir sorumuz üzerine şöyle anlatıyor:

“Sevgül, 1963’te köye Birleşmiş Milletler geldi ve ortaokulda konuşlandı. Daha sonra köyün muhtarı okulun avlusunun yarısını verdi ve gördüğün tellerle kesildi… Daha sonra kamp yaptılar, prefabrik binalar ve orada kaldılar… 1974’en sonra da orada kaldılar, ta ki Kiracıköy’deki (Athienu) merkeze taşınıncaya kadar… Zamanın muhtarı ile nasıl bir anlaşma yapıldı ki, talep ettiğimiz halde alamadık… Şunu da diyeyim ki okulu boşalttıklarında, bize her kimya deneyi yapılan, çok donanımlı bir laboratuar hediye edildi… O zamanlar için Kıbrıs’ta tek olduğu söylenirdi… 1974’ten sonra laboratuardaki malzemelerin ne olduğu meçhul… Gördüğün resimde BM askerleri, özel günlerde ve bayramlarda çocuklara çikolata verirdi… Çok anlamlı bir resim… Bir çok çocuk da BM askerleri ile konuşup İngilizcesini ilerletirdi…

Okul binasının arazisi, o zamanın muhtarı tarafından hediye edildiydi. Süper bir muhtardı… Cebinden harcayarak köye çok işler yaptırdı. Elektrik, su, yol, onun zamanında yapıldı… Çok yetisi vardı… Yazacaksan, muhtar Ali Rauf’u da yaz…”

Sultan Barbaros arkadaşımıza bu değerli bilgiler için çok teşekkür ederiz…

Sultan Barbaros’un paylaştığı siyah-beyaz resime ek olarak, Fatma Hüseyin Ağdıran da o günlerden çekilmiş renkli bir fotoğraf paylaşıyor aynı yerden… Ona da çok teşekkür ederiz…

 


 

 

Benny Rasmussen’den bir fotoğraf: Hoca Totora market…

 

 

Artun Gökşan Lurucinalı, “Lurucinalıyık” adlı sosyal medya sayfasında paylaştığı bu fotoğrafla ilgili olarak şöyle yazıyor:

“HOCA TOTORA MARKET: Satıcı Hoca Totora, sekide oturan Guçukki, sandalyede oturan Yusuf Matsa, arka planda oturan Yusuf Recep (Bıyıklı) ve kapıda duran Bekir Seydali (Arkondi). (Fotoğraf: Benny Rassmussen, 64-66 yılları)…”

Yusuf Kurt ise bu fotoğrafta görülen Yusuf Matsa ile ilgili olarak şu hatıraları paylaşıyor:

Yusuf Matsa Skuluga dedemin kızkardeşi Dudu, yani benim büyük halamın kocasıydı, çocukları olmadı ve babamı besleme aldılar, bana da Yusuf ismini ondan verdiler. Yusuf Matsa dedem köyde ilk otobüs alanlardan biri idi ama kendi süremediği için şöförü vardı . Birgün Matsa sarhoş iken birileri alay etmiş, demişler ki, “Yahu senin otobüsün var da süremen!” O da demiş ki “Süremem . Bas do ğoman bile gavlodon”,  duvara sürmüş ve otobüsü mahvetmiş, duyduğum hikaye böyle…  HİKAYEYİ DAHA İYİ BİLEN VARSA LÜTFEN YAZSIN Allah rahmet eylesin…”

 


 

BASINDAN GÜNCEL…

 

“Yayam…”

 

Levon Bağış

 

Yayamı, uzaktaki yayamı yani babamın mamasını çok az gördüm. Paris’te yaşardı, sadece yazları ve çok seyrek gelirdi. İlk kocası, benim hiç görmediğim dedem vurulduğunda daha yeni evliymiş. Oğlu daha altı aylıkken dul kalmış. Ondan sonra başlamış Paris macerası. Babam yıllarca ablası bilmiş mamasını, yayasını ve dedesini ise maması-babası sanmış. Maması olduğunda 15 yaşındayken, hem de kendi annesinin düğünde öğrenmiş. Bana çok sonra anlatmıştı. Ablasının düğününde aslında annesinin evlendiğini öğrendiğini, bana ben çok büyüdüğümde anlatmıştı. Belki bu nedenden hep bir burukluk vardı ilişkilerinde. Fazla derine bakmayan gözlerle bakarlardı birbirlerine ve birbirleriyle çok da ilgilenmedikleri belli olurdu, hâl hatır soruşlarında. Yayam eve geldiğinde hasretle bir kucaklaşmadan çok resmî bir tavır olurdu.

Çok az anım var yayamla. Ama beyaz saçlarını, kısa boyunu ve topuzunu hatırlıyorum, bir de çok iyi masal anlattığını. Bizim masal sandığımız kötü zaman öykülerini ilk olarak ondan dinledim. Mamam anlatmasını istemez gibi davranır, uzaktan dinleyip ağlardı. Yolları, sefaleti, açlığı, ihaneti ve kurtuluşu anlattığı gerçek hayat masallarıydı onlar. Mutlu sonla bitmezlerdi. Bildiğimiz masallara benzemezdi ama tanıdık isimler geçerdi. Zamanla o masalları dinlemekten de, anlatmaktan da sıkıldım, konuşmayı şehvetle sevsem de.

Ama iyi masal anlattığını çok iyi hatırlıyorum. Onun anlattığı masallardan biri yüzünden hatırladım herhalde bugünlerde yayamı. “İnsan elini şehirden çekince doğa kendine geliyor” videolarında, Ortaköy sahilden, Moda açıklarından, Haliç Köprüsü’nden çekilmiş yunus videoları gördüm. Onlar düşürdü yayamı aklıma. Gemileri batınca boğulup yunus olarak hayata dönen tüccarların masalını anlatmıştı bir akşamüzeri adada. Masalın aslının, korsanlar fidye için Dionisos’u kaçırdıklarında gemide boy atan bir asmanın bütün gemiyi sarıp içindekileri denize düşürmesi ve iyi kalpli şarap tanrısının, ölen denizcileri affedip onları yunusa çevirmesi olduğunu çok sonra öğrenmiştim. Heybeliada’nın Kablo plajında ilk gençliğimde bir yunusa dokunmuş, kendimi büyülenmiş gibi hissetmiştim. Belki de pamuk yayam yunus olup gelmişti. Belki de Dionisos bana el vermişti, bilmiyorum.

Onu en son Paris’te, merkezden uzak bir bakımevinde gördüm. Yine topuz yapılmış, beyaz saçları ve parlak gözleriyle bir köşede oturuyordu. Beni görünce adımı söyledi. Tanıdı zannettim. Tanımamış. Kocası, dedem sanmış beni. Ben yayamla, o kocasıyla oturduk bir köşede. Anlattıklarından hiçbir şey anlaşılmıyordu. Ermenice, Fransızca, Türkçe karışık konuşuyordu. Sesinin heyecanından, azalıp yükselmesinden yine bir masal anlattığını anlamıştım.

Sonra bütün yaşlılar bir şarkı söylemeye başladılar. “Gençtik, çılgındık” diyordu şarkının sözleri. Aznavour’un çivi gibi sesinden sonra aslında komik bile sayılabilirdi bu titrek sesler korosu. Hepsi Anadolu’nun farklı yerlerinden gelmiş. Hayatlarının çabaladıkları dönemleri geride kalmışken, gençlikten bahseden bir şarkı söylüyorlardı.

Sonra biri, şarkının ortasında Adana Ağıtı'nı söylemeye başladı. Çok sıradan bir şeymiş gibi. Başka bir şeyler söylüyor olmak ayıpmış gibi, bir kutsal metinmiş gibi, birden hepsi aynı ağıdı okumaya başladı. Birden acının, özlemin, yok oluşun elle tutulur bir şey olduğunu fark ettim.

Memleketlerinden uzakta, Paris’te, bir Ermeni yaşlılar yurdunda bana ve tarihe bir not bırakıyorlardı. Çok ufaktım. Acıyı ve gerçeği anlayacak kadar büyüktüm.

Şimdi, yunus balıkları ya da Aznavour veya herhangi bir Ermenice ağıt beni ağlatmaya yeter.

Ağlatmaya yetse de, acıların anlatılmasına yetmiyor. Ama illa kanıt isteyenlere şunu söyleyebilirim: Yaşayan her Ermeni bir kanıttır. Sürgün, acı, ayrılık ve ölüm, yaşayan her Ermeni’nin içinde yer etmiştir. O yüzden eğlenceli şarkılarımız az, ağıtlarımız çoktur. O yüzden ninnilerimiz gidip de gelmeyeni anlatır.

(AGOS – Levon BAĞIŞ – 3.5.2020)