Deniz Soruyor: Merhamet Bitti Mi?

Niyazi Kızılyürek

Merhamet bütün canlılarda var mı bilmiyorum ama insanı insan yapan en temel özelliklerden biri olduğuna kuşku yok. İnsana dair en kötümser düşünceleri besleyen  düşünürler bile, örneğin Schopenhauer, merhamet duygusu sayesinde bir umut ışığının var olduğunu kabul eder. Günümüzde çeşitli sözcüklerle ifade edilen merhamet kavramı çoğu zaman empati, yani “kendini ötekinin yerine koymak” olarak anlaşılıyor. Oysa merhamet “birlikte acı çekmek” anlamına geliyor. Nitekim Yunancada “Simponia”, Almancada da “Mitleid” sözcükleri tam da bu anlama gelmektedir.

“Birlikte acı çekmek”, “ötekinin acısını hissetmek” yetisi insanı diğer hayvanlardan ayırıyor ve “cemaat kuran”, “birliktelik yaratan” bir “toplumsal hayvana” dönüştürüyor. Ne var ki, “cemaatleşme” bazen öyle bir hal alır ki, cemaat sınırlarının dışında kalanların insan olduğu unutuluyor. “Yabancı” en iyi ihtimalle umursamadığımız, en kötü ihtimalle de “tehdit” kaynağı olarak görüp yok edilmesi gerektiğini düşündüğümüz biri oluyor. Cemaatimizin aşina dünyası içinde yer alanları insan sayarken, aşina dünyamızın dışındakileri ya umursamayız ya da insandan saymayız. Çoğu zaman “yabancıyı” “saf ve temiz” dünyamızı kirleten biri olarak görürüz. Bu noktaya vardığımızda merhamet duygusunu bütünüyle kaybederiz. İnsandan saymadıklarımıza karşı merhamet duygumuzu kaybettiğimizde ise aslında kendi insanlığımızı kaybederiz. Savaşlara, toplu katliamlara, işkencelere karşı sadece kayıtsız kalmayız, bu öldürücü ortamlarda bizzat yer almak için can atarız çünkü karşımızdakiler artık insan değildir.      

“Yabancının” insan olarak saygınlığını ortadan kaldırmak önyargı dolu sözcüklerle başlar ve katliamla son bulur. Süreç katliam noktasına geldiğinde katledilen artık insan değil hayvan sayılır. Ortaçağda zaten katliam (massacre) sözcüğü hayvanların öldürülmesi anlamını taşıyordu. Nitekim şatonun kabul salonuna sergilenen yabandomuzu kellesine “massacre”, yani “katliam” adı veriliyordu.


Judith Butler ‘Kırılgan Hayat’ adlı çalışmasında “kim insan sayılır?”, “kimin yaşamı yaşam sayılır?”, “bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir?” türünden sorular sorar ve “yaralanabilirlik” ve “kayıp” temelinde yeni bir cemaat tasavvur etmemizi önerir. Karşılıklı bağımlılık ve ilişkisellikle birbirimize bağlı olduğumuz gerçeğinden yola çıkarak, her “sen”de biraz “ben”, her “ben”de biraz “sen” olduğunu kavrarsak ve hepimizin eşit ölçüde “yaralanabilir” varlıklar olduğumuzun bilincine varırsak, merhamet duygumuzu geri kazanır ve sınırları insanlık kadar geniş bir cemaat kurarız. Fakat bunun olabilmesi için bütün insanların “biz”, bütün acıların da “bizim” sayılması gerekiyor. Oysa günümüzde kendi dünyasına çekilen insanlar “biz” kavramından sadece kendilerini ve üç beş yakınını anlıyor.  

Şimdi en çok merak edilen konu, ona elimizi uzatmadığımız için denizin yüzümüze fırlattığı küçük Aylan Kurdi’nin kendimizi ve vicdanlarımızı hapsettiğimiz küçük aşina dünyamızın dışına çıkmamıza yol açıp açmayacağıdır. Aylan saflığı temsil eden bir çocuk olduğundan “bizi kirletmeye gelen bir yabancı” olarak algılanmıyor. Bu yüzden, en katı yürekliler bile Aylan’a ağlayabiliyor. Fakat iş Aylan ve Aylan gibilerin ebeveynlerine iş vermeye, mültecilere kucak açmaya gelince, vurdumduymazlık diz boyu... Oysa hayata karşı olan etik ve siyasi sorumluluğumuz herkes için yaşam koşullarını iyileştirmektir. Vicdanın ve siyasetin buluşması gereken nokta budur. Ve bu vicdanın da siyasi sorumluluğun da ölçüldüğü yerdir...

Evet, dünyanın çeşitli merkezlerinde bugünlerde çok gözyaşı dökülüyor. Fakat merhametten mi, merhamet duygusunu kaybettiğimiz için kendimize mi ağlıyoruz belli değil...