“Daha çok var “

Asım Akansoy

Geçenlerde, 2004 yılında Kıbrıs’ta çözüm ve AB üyeliğini, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği bağlamında büyük bir çaba ile desteklemiş olan Türkiyeli aydınların (demokrat, liberal, sosyalist hatta muhafazakar ) isimlerini bir yere yazdım. Karşılarına da şu anda nerede olduklarını, ne yaptıklarını…Benim bildiklerimin, tanıdıklarımın çok büyük bir çoğunluğunun ya Türkiye dışına göç ettiğini, ya siyasal alandan dışlandığını ya da saçma sapan gerekçelerle tutuklandığını gördüm. Kıbrıslı Türk ilericilerine, aydınlarına “gönüllerini” açan, her zaman yanlarında olan bu düşünce ortakları yeni rejiminin yarattığı büyük baskı karşısında yok edilmeye çalışılmaktadırlar.

Ne hazin bir dönemden geçiyor Türkiye…

12 Eylül 1980 faşist darbesinden çok daha beter günler bunlar. Demokrasinin ayaklar altına alındığı, insan haklarının adının geçmediği, hukukun üstünlüğünden bahsedilmediği günler. Farklı düşünenin anında hedef gösterildiği, terörist ilan edildiği günler bunlar…Öyle büyük bir dönüşüm yaşanıyor, yaşatılıyor ki Türkiye demokratik sosyal değerlerinin bütünü ile erozyona uğradığı telafisi kısa zamanda mümkün olmayan bir noktaya doğru savruluyor. Bu değişim elbette, salt Türkiye halkları açısından değil, aynı zamanda bölge halkları için de çok büyük bir etki alanı yaratarak, var olan sorunlara çözüm yollarını hukuki değerler üzerinden değil, çok daha bariz bir güç ilişkisi üzerinden çözmeye yönelecek bir yapı oluşturacaktır. Bu bağlamda, başkanlık meselesi ve şu anda yapılan yoğun tartışmalar, sadece Türkiye halklarını ilgilendirmeyecek kadar önemli ve hayati. 

Bugün köşemi, “17 Nisan ve sonrası” yazısı ile sevgili Cengiz Aktar’ın www.artigercek.com ‘da yayınlanmış son yazısının belirli bölümlerine ayırmak isterim. 

 

“İki gün kaldı. Türkiye halkı faşist rejime geçişi oylayacak. Kabul ya da ret çıktığında çok farklı bir 17 Nisan’a uyanılacağı konusunda hayır cephesinde güçlü bir kanaat var. Evet cephesinde böyle bir telaş yok. 

(…) Külliyen tek bir kişinin bekası için düşünülmüş, herhangi bir anayasal metinle alakası olmayan, müellifleri saray şürekâsından müteşekkil, faşizmin meşrulaşmasına, “anayasallaşmasına” cevaz veren bu dayatma reddedilmeli. Ama evet verecek yekpare çoğunluğun da memleket için uygun gördüğü idare şeklini, onların gerekçelerini, marazî ruh ve şuur hallerini, faşizm arzularını görmezden gelmenin de çok tehlikeli bir yanılgı olacağını düşünüyorum.  

Hayır çıktığında halktaki faşizm arzusunun buharlaşmayacağını bilmek, diğer yanda vaadedilen mutlu yarınları, demokrasiyi, siyasî olanak ve fırsatları iyice değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Ve esas, Türkiye’nin sahte demokrasisinin bir “hayır” ile hayat bulacağı umudunun “neden ve nasıl bu raddeye geldik” sorusunu fena halde atladığını düşünüyorum. 

(…) memleketin maruz kaldığı hukukdışılık hâli tesadüfî değil, bilinçli şekilde dayatılan ama aynı zamanda AKP kitlesinde kabul gören, arzu edilen bir hukukdışılıktır. Bu olguyla seçim, siyaset ve adalet yoluyla başetmek hiç kolay değildir.  

Dolayısıyla güncel sorunsalın ardında tarihin derinliklerinde bekleyen, memleketteki biat ve kudretliye kültürü tapınma, kadercilik, tepkisizlik, muhalefetsizlik, hiddet ve şiddeti kuşatan devasa bir sorunsal var. Bu devasa sorunsalın kaynağında ise Gazali geleneğinden süzülen bugün selefîleşip tıkanmış Sünnî İslâm, tepeden inmiş Batılılaştırma projesi, güçlü merkezî devlet/güdük birey geleneği, cezasız kalan soykırımın yol açtığı asırlık ahlakî çürüme, bilâhare diğer unsurlara yaşatılan mezalim, yerel Gayrimüslim burjuvazinin soykırım ve mübadele ile yok edilmesi, bunun karşılığında kapıkulu burjuvazinin var edilmesi gibi üzerinde hiç ama hiç durulmayan “genetik kusurlar” var. 

15 Temmuz’dan 10 gün önce şunları yazmışım, carîdir.

“Toplumların muhalefet üretme ve muhalefet etme becerileri demokratik birikimi sağlayacak ve daima birbirlerini besleyen iç ve dış dinamikler kadardır. Türkiye gerçeğinde bu dinamikler, bırakın demokratik muhalefeti salt muhalefet üretmek için dahî son derece yetersiz. 

İç dinamiğin oluşamamasının temel nedeni devletten bağımsız bir burjuvazinin ve genelde merkezdışı güçlerin yok edilmiş olması değil midir? 19. yüzyıl başından itibaren devlet ya da merkez, zaman içerisinde kaybettiği gücünü yeniden tesis edebilmek için ilk önce merkezkaç güçleri yok etmeye girişir. Ulusal hareketler, ayan, burjuvazi, hâsılı kelâm devlet dışında güçlenebilen her mihrak devletin ya da merkezin hedefindedir. 

Merkezin işleri ele almasının sonuçları farklıdır. Ulusal hareketler çoğunlukla bağımsızlık yani kopuşla sonlanırlar. Ayan yok edilir. Ağırlıklı olarak Gayrimüslim olan burjuvazi de Ermeni Soykırımı ve Rumların kovulmasıyla vatanından silinip atılır. (Hıristiyan burjuvazinin yok edilmesi ile vuk’u bulan medeniyet kaybı, bugünkü çölleşmeyi “Hıristiyanlık-Demokrasi ilişkisi” bağlamında önümüze koyar; ancak bu konuda Türkiye’de derinlemesine bir çalışma duymadım.) 

Devlet veya merkez böylece, kendi dışında hiçbir mihrakın maddî ve manevî gücüne cevaz vermeyeceğini, iktidarını paylaşmayacağını, yönetime çeperi dâhil etmeyeceğini, merkez-çeper ilişkisinin daima tek yönlü olacağını ve toplumun ancak devlet eliyle ve devletin çizdiği sınırlar dâhilinde var olabileceğini demir yumruğuyla hatırlatır. Hatırlayalım: Yok edilen ayanın ve Gayrimüslimlerin mal varlıklarına ağırlıklı olarak devlet el koyar. Yok edilen burjuvazinin yerine de “kapıkulu” ve tamamen devlet sayesinde var olan millî ve yerli burjuvazi ikame edilir. 

Böylesine tek odaklı bir sistemde toplum ve birey devlete aittir. Merkez ile merkez dışında kalan arasında herhangi bir etkileşim, istişare, denge, denetleme, danışma, oydaşma düşünülemez. Her toplumda var olan doğal çelişkiler, çeperden yükselen itirazlar önce yok sayılırlar, çatışmaya dönüştüklerinde de yok edilirler. 

İster Cumhuriyeti hazırlayan dönem olsun, ister 1923 sonrasında modernlik zemininde gelişen uluslaştırma ve toplumlaştırma süreçleri olsun Türkiye’de devlet, her modern devletin yaptığı gibi farklılıkları eşitleme işlevini yerine getirirken, ne sorumluluk duygusu taşıyan bireyi ne de dayanışmacı bir birlikteliğin ifadesi olan toplumu, tarihî gelenek ve birikimine gayet sadık bir biçimde ortaya çıkarabilmiştir. Daha doğrusu, çıkarmamaya özellikle gayret göstermiştir. “Geri bıraktırılmışlık” olarak da ifade edilen bu olgu iç dinamiğin kavruk hâlini anlatır bize. Devlet karşısında bir türlü kudretlenemeyen, serpildiği anda budanan toplumun korkuyla beslenen, büyüyen tepkisizliğini ve vurdumduymazlığını da… (…) 

Türkiye, bugün itirazdan ziyade biat üreten kavruk iç dinamiği ve canının malının sahibi olan ‘sevgili’ devletiyle başbaşa. Öyle görünüyor ki önce faşizmini şöyle dibine kadar yaşayacak, sonra belki bir gün, başına çok büyük bir felâket gelmezse, kendisiyle yüzleşip, nedamet getirip rüştünü ispat edecek.  Daha çok var…”