Görünen ve görünmeyenin bulunduğu sessiz görüntüde içinizde bir boşluk var.
Şimdi siz yalnız mısınız?
Gördüğünüzle yetinmeli misiniz?
İçine çekildiğiniz öykünün hangi noktasında ağlamalı, hangi noktasında katılana kadar gülmelisiniz?
Dildeki sözün ruhunu serbest bıraksanız gözünüze yansıyan, gördüğünüzle yetinmeyen, düşündüğünüzü dile getiren hangi ruh karşılar sizi?
Çöl Güncesi’ni bilir misiniz?
Peki, sanrı sanıp da hiç çölün ortasında gerçek bedenlere tosladınız mı?
Bilinmeyenden gelip yine bilinmeyene giden bu sessiz bedenler ne fısıldadı kulağınıza geçip giderken?
Ve nihayet bir cevap: Boşlukta kaybolan çığlıklarını arayan bedenlerin öyküsünü anlatmak istiyor tüm bu sorular.
Yalnızlığın/kayboluşun içinden çıkan yaban/cı/nın bilinmeyende bekleyen sürprizlerinin uğultusunu taşıyor tüm renkler. Acının yaktığı yaşamlarını “Anka Kuşu” gibi kendi küllerinden yeniden doğuran insanların çığlığı var resimlerin her santimetre karesinde. UMUT’un simgesi olan “kuş” kan kardeşliğine götürüyor sanatçı ve temasını. Zulme uğramış halkların/hakların yeniden doğacağını “UMUT” ederek yanması gerektiğini açıklıyor. Gönülden kurulan bu bağın adı “KARDEŞLİK”. Gözünün gördükleri, hayatının yaşadıkları ile bir kan kardeşliği. Sanatçı ve temanın bir çöl güncesinde kesişen yollarının renge düşen siluetlerini kelimelere sığdırmak için mi yazı(yorum)/yazdım? Daha doğrusu “kan kardeşliğinin” çöl fırtınalarında buluşan yollarını görüp de böylesi bir kesişmenin içindeki anlamları ima etmek için mi, ben de kalemle kan kardeşliği yaptım?
Bir sanatçının resimleri ısrarlı figür tavrının dışında farklı anlamlar taşır. Bana/izleyiciye, yüzlerinin çizgilerine gömülen yaşanmışlığa ortak olabilmek, duyumsamak, geçmişle ve bugünle hesaplaşmak, “BARIŞ”ın anlamını sorgulamak, özgürlüğün meşalesini boşluğun sarmaladığı yüzlerde ve bedenlerde renkle yeniden yakmak ve
Geçmişle anımsama anında yapılan çatışma, buluşma, hesaplaşma, barışma anında kurulan sahneye yansıyan tüm görüntüler, bugünün geleceğe attığı adımlarının yaşam içerisinde değerini artırır. Tıpkı sanat yapıtları gibi… Sanat yapıtları, gününün ötesinde gelecekte yapılan anımsamalar, tartışmalar ve değerlendirmelerle gerçek değerini bulur. Şöyle der Sevgili sanatçı dostum İsmail Yıldırım: “Yaptığım bütün yüzler, insanların davranışları karşısında benim duyarlılığımı yansıtan oto portrelerdir”. Böylece resimlerinde ve heykellerinde duyumsadığımız yaşamın ve yaşantının izleri duyarlı tatlar bırakıyor belleklerimize. Kendine has renkleri, yüzeyin geleneksel tuval seçiciliğinin dışına çıkan “kolaj” diyebileceğimiz malzeme çeşitliliği, kütleye dokunan ellerinin bıraktığı izlerle bütünleşen yüzleri ile “özel evrenine” yapıtlarıyla bir yol açıyor, Yıldırım. Çehrelerin her çizgine yansıyan kat kat yaşanmışlık adeta malzeme ile de vurgulanmak isteniyor. Plastik dildeki doku arayışları yine sanatçının hayata olan derin duyumsamasının önemli ispatlarıdır. Ahşap ve mermerin de heykele dönüşmeden önce kendi yaşamöyküleri vardır. Özel seçilen, kesilen, kalıp halinde atölye duvarlarının arasına taşınan malzemeler değildir tüm bunlar. Yine sanatçının günlük yaşamında gözüne çarpan daha doğrusu yaşanmışlığı ve bir öyküsü olan malzemenin toplanmasıyla oluşan heykellerdir. Diyebilirim ki, yaratım sürecine giren sanatçı için her an (yani malzeme) kendi yaşamöyküsünü de beraberinde getirir. Şimdi İsmail Yıldırım’ı yaşam yolculuğuna devam eden izleyici gibi bir birey olarak düşünürsek; yolcu yolunda giderken karşısına çıkan yaşamdaki savaşları, ölümleri, yalnızlıkları, boşlukları ve inançları toplayarak atölyesine dönüyor, diyebiliriz. Bu bir ritüel!
Çölün gizemli bir görünümü olduğuna inanırım.
Nereden başladığı ve nerede bittiği belli olamayan sonsuz boşluk.
Tek başınalığınıza sizi daha da inandıran sanrılarla yüklü alabildiğine uzayıp giden görüntünün ortasında noktasınız.
Gizemli güçlerle doldurulmuş bir doğa görünümü.
Bu gizemli güçleri sanatla özel bir ayine davet eden bir sanatçı.
Çöl Güncesi’nin her sayfasına kendi yaşamını satır satır ekleyen karanlık etkilerle yoğrulmuş insanlar.
Korku, nefret, kin ve yalnızlığın daha da sevgiye, inanca, yaşama, bağladığı sessiz çığlıkların çehreleri.
Yazgıları gittikçe kötümserleşse de Umut’u bekleyen insanlar…
Hem acı hem de umutla yoğrulmuş çığlıklara karışan sanatsal dilin renkleri, doku arayışları boşluğu sarmalayan kütlenin sessiz duruşları…
Sanatın diller üstü gücünün yazgılarına çığlıklarla yol göstermesi…
Yaşamdan bir kesit çünkü yüzeye düşen her biçim, kütleye oyulan her çizgi.
Varın gerisini siz hayal edin!
Kısa bir mitos’la sözü bağlıyorum: “Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de Simurg'muş. Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yok oluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız.”
Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır...
Simurg’un varlığını bilerek korkusuzca uçabilirsiniz gökyüzüne…
İsmail Yıldırım’ı belki tanıyorsunuz belki de tanımıyorsunuz. Buradaki amacım bir SANATÇI portresini kelimelerle betimleyebilmekti, kendimce. Hatta şöyle bir soruyla başlamak istedim ilk cümleme: “Ve bana bir ‘sanatçı’ portresi çizebilir misiniz?” Hoşa giden bağlantılar kurma çabası olarak tanımlayabileceğim ve saygı duyacağım SANAT’ınızı eyleme dönüştürme yani “biçimleme” aşamasındaki malzeme seçimi size aittir. İster kelime, ister boya, ister madde, ister hareket olsun BİÇİM VERME anındaki manevra alanınız. Soruyu sorduktan sonra yanıtı verebilmek için ben de sizler gibi uzunca bir süre bekledim. Ben “portre” resimsel anlamda ÇİZEMEM! Ama size Sanat Tarihi’nden ister bizden ister dünyadan zaman diliminin neresinden olursa olsun binlerce örnek verebilir ve bunlardan yola çıkarak “Sanatçı” yı tanımlayabilmek için yüzlerce cümle kurabilirim. Yazdıklarımla ilgili olarak her zaman olduğu gibi kişisel ve genel yorumlar yapmakta özgürsünüz.
Sanatçı, ilgi kurduğu nesneleri algılayabilen, tasarımlayabilen ve nesneleri bu yolla tam kavrayabilen özel yetenekli kişidir. Yaratıcı gücü ile nesnelere yönelir, onları kavrar ve çizgi, boya, ses veya sözcüklerle ifade eder.
Bu haftaki son sözüm için bir senaryo yazdım:
“Hararetle ‘gurur tablosu’ olarak yorumladığı anılarını geçmişten çıkarıp ‘yeniden’ yaşayarak anlatan Atilla Olgaç, daha SONra nedense duraklar.
Sessizlik kendinden öteye derinleşir.
Perdede ‘SON’ yazısı belirmiştir.
Bilebilir mi? her SON yeni bir başlangıca gebedir.!
SONun başına gelenlerden/gelebileceklerden artık birey değil tüm toplum sorumludur!”