“Çiçekler ve Kurşunlar”, Stokholm’de gösteriliyor...

Sevgül Uludağ

Panikos Hrisantu ile Niyazi Kızılyürek’in hazırladığı ve Yorgos Liasi’nin anlatıcı olarak yer aldığı “Çiçekler ve Kurşunlar” başlıklı belgesel film, İsveç’in başkenti Stokholm’de gösterilecek.

“İsveç’teki Kıbrıslılar” derneğinin organizasyonuyla Stokholm’de gösterilecek olan film için Kıbrıs’tan da kalabalık bir heyet İsveç’e gidecek.

Buna göre 1974’te bazı Kıbrıslıtürkler’in gerçekleştirdiği ve ağırlıkla Kıbrıslırum kadın ve çocuklardan oluşan 17 kişinin öldürüldüğü Palekitre katliamında tüm ailesini kaybeden, kendisi de yaralı ancak sağ olarak kurtulan Yorgos Liasi’nin yanısıra, 1974’te tüm ailesinin EOKA-B’ci bazı Kıbrıslırumlar tarafından Muratağa-Sandallar katliamında öldürüldüğü Hüseyin Rüstem Akansoy etkinliğe konuşmacı olarak katılacak.

Etkinliğe filmin yapımcılarından ve AKEL’in Avrupa Parlamentosu milletvekili, yazar ve akademisyen Niyazi Kızılyürek de konuşmacı olarak katılacak, filmin yönetmeni Panikos Hristantu da Stokholm’deki etkinlikte yer alacak.

Etkinliğe İki Toplumlu Barış Korosu’nun da katılması bekleniyor.

Etkinlik 2 Nisan 2022’de gerçekleştirilecek ve etkinliğin başında da “İsveç’teki Kıbrıslılar” örgütü başkanı Savvas Varnava bir konuşma yapacak.

HARAVGİ GAZETESİNİN FİLM HAKKINDA YAZDIKLARI…

HARAVGİ gazetesinde 5 Ocak 2020 tarihinde “Çiçekler ve Kurşunlar” başlıklı belgesel filmin geniş bir tanıtım yazısını Maria Frangu kaleme almıştı…

Maria Frangu bu yazısında özetle şöyle diyordu:

***  Yorgos Liasi, hissettiği acıyı bir yana koymuş… Bunu kim söylüyor? Çocukluğunda savaş ve şiddetle karşılaşmış olan bir kişi… Kendi ailesinin ve arkadaşlarının ve komşularının gözleri önünde öldürüldüğünü gören bir insan…

***  Yorgo Liasi, acısını sevgiye dönüştürüyor, savaşın korkunç yüzünü barış yapmak, Kıbrıs’ı normal bir devlete dönüştürüp tüm evlatlarını kucaklayacağı bir adaya dönüştürmek için çaba harcıyor…

***  Tüm bu konular “Çiçekler ve Kurşunlar” başlıklı filmde ele alınıyor, ilk gösterimi Pazartesi 13 Ocak tarihinde saat 19.30’da Kasteliotissa’da yapılacak bu filmin…

***  Filmi izleyecek olanlar, filmdeki insanların yanıbaşında Palekitre’ye gidecekler, Suppurisler’in evine, Kıbrıs’ta Türk işgali sırasında işlenmiş en büyük suçlardan birinin yer aldığı yere… Burada altı aylıktan 77 yaşına kadar 17 Kıbrıslırum, bazı Kıbrıslıtürkler tarafından öldürülmüştü…

***  George Liasi, bu felaketten sağ kurtulmuştu ancak vücudunda kurşun yaralarıyla kurtulmuştu… Filmde bu felaketi ve savaştan sonrasını anlatıyor… Onlarca yıldan bu yana ödemekte oldukları ağır bedelleri aktarıyor…

***  Filmi izleyenler bundan sonra Muratağa’ya gidiyorlar ve burada o kara yaz günlerinde bazı Kıbrıslırumlar’ın işlediği bir diğer korkunç suça tanıklık ediyorlar…

***  Yıllardır insanlarımız tahammülsüzlük ve şovenizmin kurbanlarını anıyorlar, kanlarıyla yurdumuzun tarihini yazanları anıyorlar. Burada, Muratağa’da Yorgos Liasi EOKA-B’nin öldürdüğü masum Kıbrıslıtürk sivillerin mezarlarına acısıyla birlikte, sevgisini ifade eden çiçekler bırakıyor…

***  Yorgos Liasi’yle birlikte filmi izleyenler Suppuris’in evinde Palekitre’de duracaklar. Burada, Liasi’nin ağzından yaşanan katliamı dinleyecekler…“Kurşunlar durmaksızın yağıyordu. Sırtıma bir kurşun geldiğini hissettim, öteki kurşunları hissetmedim. Toplam 11 kurşun isabet etti bana, bir tanesi başıma geldi, bir tanesi boynuma, birer tane iki tarafıma, üç tane sağ omzumda kürek kemiğimin altına ve dört kurşun da sırtıma… 35 dakika boyunca ateş etmişlerdi… Ateş edenler oradan ayrıldıktan sonra çok dikkatli biçimde ayağa kalktım. Kızkardeşlerim Hristina ve Yanulla yaralıydı… Kızkardeşim Lenia sağ elinden yaralıydı ve kanlar içindeydi, beş dakika sonra gözlerini kapatıp vefat etti… Bu sahneyi asla unutmayacağım…Kıbrıslıtürkler oradan ayrıldıktan sonra Suppuri’nin evine yakın evlere giderek işimize yarayabilecek şeyleri getirdim… Kızkardeşim Yanulla su istiyordu, kızkardeşim Hristina su istiyordu… Komşu eve çok dikkatli girerek yaralı kızkardeşlerime su getirdim… Ben de onların yanına uzandım… Kendi ölümümü bekliyordum…”

***  Yorgos Liasi, aynı anlatımında BM Genel Sekreteri’ne yazdığı bir mektuptan bir bölümü de aktarıyor, kendi ailesinden öldürülenleri saydığı… 77 yaşındaki dedesi Yannis Mihail, 68 yaşındaki ninesi Hristina Yuannu, 42 yaşındaki amcası Mihail Yuannu, 48 yaşındaki annesi Mararita Liasi, 21 yaşındaki kızkardeşi Hristina Liasi, 23 yaşındaki kızkardeşi Lenia Liasi – nişanlı imiş o günlerde… 16 yaşındaki kızkardeşi İliada Liasi… 31 yaşındaki teyzesi Sotira Yeorgiu, 7 yaşındaki yeğeni Maria Yeorgiu, altı aylık yeğeni Yiannakis Yeorgiu, 2 yaşındaki yeğeni Lukas Nikolau… Komşuları 54 yaşındaki Andreas Suppuris… Onun eşi 38 yaşındaki Areti Suppuri… 9 yaşındaki evlatları Yannakis Suppuris, dört yaşındaki evlatları Dimitrakis Suppuris, 3 yaşındaki kızları Julia Suppuris… Andreas Suppuris’in 60 yaşındaki kızkardeşi Thekla Suppuris…

***  Filmi seyredenler bundan sonra Liasi’nin, Hüseyin Akansoy’la birlikte Girne’ye gittiklerine tanık oluyor. Hüseyin Akansoy da Muratağa-Atlılar-Sandallar katliamlarında 30 tane akrabasını kaybetmiş, ailesinden onca kurban vermiş bir insan…

*** Girne’de hastanede üç ay boyunca tedavi gördüğü koğuşta yürüyor Yorgos Liasi… Sonra da filmde Yorgos Liasi Larnaka’ya giderek kızkardeşiyle buluşuyor ki o da bu barbarlıkları bizzat yaşamış ve küçük çocuğunu kaybetmişti…

***  Filmin adı neden “Çiçekler ve Kurşunlar?” Çünkü bir keresinde Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar Palekitre’ye bu katliamın gerçekleştirildiği eve çiçek koymaya gitmişlerdi ancak gerici bazı Kıbrıslıtürkler onlara izin vermemiş, burada herhangi bir suç işlenmediğini ileri sürmüşlerdi. Bu Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar da çiçekleri sokağa bırakmışlardı…

***  Neden böyle bir film yapılmasına ihtiyaç duyuldu? “Çünkü” diyor Liasi, “Böylesi olayların bir daha asla olmaması gerektiği mesajını vermek istiyoruz… Böylesi katliamların yaşanmasına asla izin verilmemeli… Nefretin büyüyüp geliştirilmesine izin verilmemeli ve barış ve birlikte yaşamak için mücadele etmeliyiz” diye anlatıyor Liasi. Birlikte barış içinde yaşama mesajı bu… Savaşı bizzat yaşamış insanların barış mesajıdır bu… Ve başka hiç kimsenin bunları yaşamasını istemediklerini söylüyorlar…

(HARAVGİ – Maria Frangu’nun yazısını google translate yardımıyla Rumca’dan İngilizce’ye, İngilizce’den Türkçe’ye özetle çeviren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN – 7.1.2020)  


“Kıbrıs’ın son ‘Prenses’i: Zena Kanther...”

Cyprus Mail gazetesinde yer alan, “Kıbrıs’ın son ‘Prenses’i: Zena Kanther” başlıklı Paul Lambis’in 30.7.2021 tarihli yazısını, okurlarımız için derleyip özetle Türkçeleştirdik.

Yazı özetle şöyle:

***  Ninesini sevecenlikle hatırlıyor, büyük bir merdivenden aşağı inerken, çenesi havada ve değişmeyen pozuyla... Saçları şık bir topuzla toplanmış başının üzerinde, yanaklarına hafif bir allık sürülmüş, dudaklarını vurgulamak için ise parlak pembe bir ruj kullanmış. Modern bir Kıbrıslı Sinderella, moda pantolonlar giymiş, inanılmaz bir güzelliği ve halkına yönelik büyük bir sevgisi var... Maria Kanther, son kitabında ninesi Zena Kanther’e saygılarını gösteriyor – sağlam, saçmalamayan bir kadın, büyük bir yardımsever ve ona “Kıbrıs’ın son prensesi” ünvanı verilmiş...

***  İlk bakışta, Maria, ninesinin tam tersi gibi görünüyor. Modaya uygun, psikadelik renklerle bürülü bir bluz ve eski bir kot pantolon giyiyor  - kendisi bir yazar ve radyo programcısı, aynı zamanda televizyondaki sohbet programında sıcak kişiliği derhal sınırları yıkıyor ve insana onu sanki yıllardır tanıyormuş hissi veriyor. Ancak Maria’nın duruşu ve açık sözlülüğü, kendisiyle ninesi efsanevi Zena arasındaki büyük bir benzerliği anlamamı sağlıyor... 

***  Geçtiğimiz sonbahar yayımlanan Maria’nın çok satan kitabı, ninesi Prenses Zena Kanther De Tyras’ın hayatını anlatıyor – yoksulluk içerisinde bir Baf köyünde doğmuş, Lefkoşa’da bir kabarede dansöz olarak çalışırken, Amerikalı bir milyoner tarafından kurtarılmış...

***  “Çoğu insan ninemin hayatının çok kolay olduğunu sanıyor” diyor Maria, “ancak Kıbrıs’ın en zenginleri arasına girmeden önce Zena Kanther, büyük zorluklar ve mücadeleler geçirdi” diye anlatıyor.

***  Zena’nın gerçek adı Theognosia idi, 1930’lu yıllarda, Baf’ın Tala köyünde dünyaya gelmiş ve hayata çok zor bir başlangıç yapmıştı. Kendisinden büyük altı erkek kardeşi vardı ve Zena, kendi anılarında alkolik babasının kadınların peşinde koşan, çoğu zaman da annesine şiddet uygulayan bir kişi olduğunu anlatmış. Küçük yaşta okulu terketmek zorunda kalan Zena, yalnızca en temel okuma yazmayı öğrenebilmişti... Günlerinin çoğunu köy meydanında bir ağacın altında oturarak geçirmekteydi, insanların kendisine acıyıp yiyecek ve içecek bir şeyler vermesini bekliyordu...

***  Henüz ergenlik yaşlarındayken Zena Leymosun’a yerleşmiş ve burada daha sonra bir adamla tanışıp ona aşık olmuştu. Kısa ilişkileri onun hamile kalmasına neden olmuştu ve evlilik planlıyor olsalar dahi adamın ailesi müdahale etmiş ve Zena da bekar bir anne olarak yabancı bir kentte öylece kalakalmıştı. Ancak Zena başına gelen talihsizliklerin kendisini sürüklemesine izin vermeyecekti... Dehşetin ve borçların dibini bulduğunda, bir kabarede dansöz olmayı kabul etmiş ve sofistike şovları tüm adada meşhur olmuştu...

***  Kabarede dansöz olarak çalışırken evleneceği adamla tanışmıştı, bu da Amerikalı milyoner Christian Kanther idi. Adam sokakta dövülüp soyulduğunda, yardımına koşmuştu Zena... Birkaç gün sonra da adam onun bu iyiliğine teşekkür etmek üzere kabareye geri gelmişti... Aralarında sekiz yaşlık farka karşın birbirlerine aşık olmuşlar ve 1952 yılında evlenmişlerdi... Herkes onun bir masalı yaşadığını sanırken, o ise eşinin alkolikliği nedeniyle acı çekmekteydi...

***  Kişisel mücadelelerine karşın Zena servetinin ya da ününün başına vurmasına izin vermemişti. Kazandıklarını toplumuna geri vermek istiyor ve milyonlarca lira harcıyordu hayırsever olarak. Hatta İngiliz sömürgeciliğine karşı savaşa da 1955-59 yıllarında yardım etmiş, kendi bodrumunda Grivas’ı bile saklamıştı... “Tyras Prensesi” lakabını ise 1967 yılında Prens Pavlos Palaiologos’tan almıştı.

***  Maria, “Ninemin öyküsü her zaman beni büyülemişti” diye konuşuyor... “Her zaman onu deli ederdim sorularımla, geçmişini, savaş dönemi deneyimlerini ve yardımseverliğini öğrenmek isterdim... Evdeki hizmetkarların ona prenses diye hitap etmesi de çok şaşırtırdı beni...”

***  Maria, ninesi bir yere girdiği zaman başların ona doğru çevrildiğini hatırlıyor... “Saçmalık yok gibi bir tarzı vardı. Her zaman dürüst ve açık bir davranış tarzı vardı ve her zaman da tam olarak söylemek istediğini açıkça söylerdi...” diye hatırlıyor.

***  Maria, kızkardeşiyle birlikte ninelerini her sene yaz tatillerinde ziyaret etmekteydi – Yunanistan’dan Kıbrıs’a gelip Zena’nın saray gibi evinde iki ay boyunca kalıyorlardı.  Zena Kanter, eski filmlerin hastasıydı, bu yüzden klasik filmler kiralayıp torunlarını meşgul ediyordu... Maria ninesinin dondurmayı çok sevdiğini, temizlik konusunda çok titiz olduğunu, hatta torunlarının eve girmeden önce potinlerini çıkarmalarını istediğini de hatırlıyor...

***  “Ninemin hayatını araştırmaya başladığımda ortaya çıkan onca çok sayıda öykü beni sersemletmişti – bunlar Zena Kanther’in kim olduğunu aydınlatıyordu – çok sayıda insanın hayatına pozitif bir etki yaratmıştı... Onun öyküsünü anlatmak, inanılmaz bir anne ve nine, sosyal bir insan ve yardımsever bir kadın olan onun anısını aydınlatmaktır” diyor.

***  Parlak ve sosyetik bir hayat tarzına, aristokrasi ve ünlüler ile ünlü politikacılarla çevrili olarak yaşıyor olsa dahi, Zena Kanther yalnız bir hayat sürdürmüş, hayatının son on senesinde ise Alzheimer hastalığından ötürü acı çekmiş... Maria ninesini anlattığı kitapta coşkulu ve tarihsel bir kadının adadaki hayata kalıcı ve büyük katkılarını gözler önüne seriyor, Kıbrıs popüler kültüründe önemli bir figüre dönüşen ninesinin portresini çiziyor...

(CYPRUS MAIL – Paul Lambis – 30.7.2021)