Cenevre Toplantısı ve Sonuçları

Yücel Vural

27-29 Nisan’da yapılan Cenevre toplantısının sonuçlarını Dr. Okan Dağlı’yla birlikte değerlendirdik.

Cenevre’de, bu toplantı kapsamında bulunan siyasetçi ve diplomatları çok da şaşırtacak bir sonucun ortaya çıktığı söylenemez.

Ama bu ‘beklenilen sonuç’ toplantının önemini azaltmıyor.

Yani bir dizi önemli sonuçla karşı karşıyayız:

I. KıbrıslıTürk tarafı ve Türkiye bu ‘gayrı resmi’ zirvede, BM parametrelerinin ve iki toplum liderlikleri arasında varolan tarihsel uzlaşma ve yakınlaşmaların artık hükümsüz olduğunu ‘resmen’ ilan etmiş oldu.
Aslında, böyle bir yaklaşımın varolduğu, Cenevre yolunda herkes tarafından biliniyordu.

Bu nedenle bazı uyarılar yapılmış, Türkiye’nin pozisyonu test edilmişti.

Yani toplantıyı düzenleyen BM ve Genel Sekreter açısından bir sürpriz yoktur.

Bu sonuç beklendiğine göre, bu toplantının esas amacı neydi?

O zaman Cenevre Zirvesi’nin ikinci sonucu önem kazanıyor.

II. BM, Cenevre’de toplantı yapmayı öngörerek ve bunu gerçekleştirerek zaman kazanmıştır.

Tarafların bir masa etrafında toplanması amaçlanarak gerginlik ve çatışma riski azaltılmış,  diplomasi yöntemleri öne çıkarılmıştır.

Şimdi gerginlik ve çatışma yerine, iplerin BM tarafından yeniden kavrandığı, müzakere eksersizlerinin yapılabileceği bir döneme girilmiştir.

Ama yanlış anlaşılmasın!

Bir sonuca ulaşması beklenen müzakerelerden bahsedemeyiz.

Sadece gerginliğin kontrol edilmesi ve uygun bir zamanın yakalanması beklentisi vardır.

Tarafların, masadan ‘daha sonra yeniden bir araya gelmek üzere’ ayrıldığını herhalde herkes farkındadır.

Peki BM, deyim yerindeyse ‘durumu idare ederek’ neyi kollamakta, hangi tür koşulların oluşmasını beklemektedir?

Bu sorunun yanıtı Cenevre zirvesinin aşağıda ele alınan ve belki de en önemli sonucuyla ilişkili yeni bir durumla alakalıdır.

 

III. Cenevre toplantısı, Kıbrıs sorununu Ankara-Washington hattına yönlendirmiştir.

BM Genel Sekreteri, örgütün neyi başarıp neyi başaramayacağını elbette iyice ölçüp tartmıştır.

Gelinen aşamada, Kıbrıslıların, Kıbrıslı liderlerin ve toplumların ana rolleri üstlendiği bir ‘Kıbrıslı çözüm’ sürecinden oldukça uzak bir noktada bulunulduğu zaten tesbit edilmişti.

BM Genel Sekreteri’nin ‘benim rolüm Kıbrıslılara yardımcı olmaktır, onların iyiliğini düşünüyorum’ mealindeki sözlerine sevinebiliriz!

Ama bu sözlerin ardında daha başka gerçeklikler de vardır.

BM, KıbrıslıTürk lider ve Türkiye’nin gündeme soktuğu çözüm modelini konuşamaz!

Yani bir ölçüde, BM’nin Türkiye’yi ikna etme çabasına başka bir boyutta devam edeceği anlaşılıyor:

Ankara-Washington hattı! Bunun Brüksel aktarmalı bir hat olduğunu hatırlatmaya gerek yoktur.

Bunun nedeni de sayın Tatar’ın sunduğu bildirilen önerilerdir.

IV. KıbrıslıTürk tarafı adına sunulduğu söylenen altı maddelik önerilerde, içerik itibarıyla öne çıkarılan tek olgu, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tanınmasından vazgeçilmesi’ çağrısıdır.

Yani, Türkiye ve KıbrıslıTürk lider, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin dağıldığının kabul edilmesini bunun  BM Güvenlik Konseyi tarafından tescil edilmesini ve bu amaçla Genel Sekreter’in girişim üstlenmesini talep etmiştir!

Dr. Okan Dağlı’nın aktardığı kulis bilgisine göre,  sayın Tatar tarafında KıbrıslıTürk siyasal parti temsilcilerinin de bilgisine sonradan getirilen ve detayları sadece Türkiye dışişleri bakanı sayın M. Çavuşoğlu tarafından ‘açıklanabilen’ altı maddelik önerilerde, yukarıdakinin dışında kayda değer başka bir yaklaşım yoktur.

BM Genel Sekreteri’nin böyle bir talep karşısında ‘başüstüne efendim’ demediğini herkes kolaylıkla tahmin edebilir.

Bu talep, aslında, Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili tezinin ana unsurunu oluşturmaktadır.

Ama, Annan Planı tartışmaları sırasında da olduğu gibi, bazen ikincil bir duruşa da indirgendiği görülmektedir.

Şimdi yapılan ise, bu teze yeniden birincil bir önem verilmesi ve utangaç bir üslup kullanılarak bir tanınma talebinin yinelenmesidir.

Bunun yeni bir yaklaşım olduğu söylenemez!

Bu önerileri hazırlayan kişi(ler) 15 Kasım 1983 yılında KKTC’nin ilan edildiğini tanınma talep edildiğini bilmiyor mu?

Dahası, BM Güvenlik Konseyi’nin KKTC’nin tanınmasını yasaklayan bir karar aldığını bu önerileri hazırlayanlara hatırlatan olmamış mıdır?

Peki bu önerileri Cenevre’de masaya koyanlar, nasıl br tepki almayı ummuşlardır?

Duydukları yanıt karşısında şaşırdıklarını kimse iddia edemez!

Aslında egemen eşitlik talebinin ardındaki temel olgunun bu ‘dağılma’ ya da ‘yok olma’ tezi olduğu anlaşılmaktadır.

Böylece KıbrıslıTürk tarafının hayal görmesini sağlayarak zaman kazanmak isteyen başka aktörlerin de olduğu anlaşılıyor.

İşte bu nedenle, KıbrıslıTürklerin haklı olarak beklediği sosyo-ekonomik kalkınmasını baltalayan uluslararası kısıtlamaların hafifletilmesi ve kaldırılmasıyla ilgili bir öneri bile derhal reddedilmiştir.

V. KıbrıslıTürk lider ve Türkiye, Cenevre’de yapılan toplantıda KıbrıslTürk toplumunun sosyo ekonomik kalkınmasının kendileri için önemli olmadığı algısın yaratmışlardır.

Artık uluslararası toplum, KıbrıslıTürk liderin kendi toplumunun iyiliğini düşünmediğine dair bir algıya kapılırsa şaşırmayalım!

Samimiyet derecesi bilinmemesine rağmen, KıbrıslıRum lider Anastasiadis’in Ercan havaalanı, Mağusa limanı ve Maraş’la ilgili düşüncelerinin bir çırpıda reddedilmesi, uluslararası toplum tarafından nasıl algılanacaktır?

Anastasiadis’in samimiyeti test edilmeden, önerilerin içeriğinin sorgulanmasına fırsat verilmeden reddedilmesi, eninde sonunda Türkiye’nin sadece ‘bağcıyı dövmeye’ odaklandığı algısını güçlendirecektir.

Dr. Okan Dağlı, Anastiadis’in önerilerinin derhal reddedilmesinin daha başka bir nedeninin de olduğunu vurguluyor:

‘Kıbrıs’ın kuzeyinin Türkiye’ye bağımlılığının devam edip daha da artması için, ne güneyden ne de Avrupa Birliği’nden yapılacak bu tür öneriler ve katkılar reddedilmektedir.’

VI Cenevre zirvesinin bir sonucu da KıbrıslıTürk tarafı ve Türkiye’nin artık toplumlararası müzakerelere katılmaya istekli olmadığının anlaşılmasıdır.

İşte bu, KıbrıslıTürk muhalefet partileri için bir sürpriz sayılabilir!

Kendilerine önem verilip Cenevre’ye davet edildiklerini düşündükleri bir anda, müzakerelerden sorumlu olan toplum liderinin ‘artık müzakere devletten devlete olabilir’ duruşu karşısında sadece hayal kırıklığına uğradıklarını varsayabiliriz.

VII KıbrıslıRum tarafını maksimalist bir tepkiye yönlendirme ve BM’yi etkisiz kılma çabası sonuçsuz kaldı.

Uluslararası düzeyde herhangi bir desteğin bulunamayacağı bilinmesine rağmen, Türkiye ve KıbrıslıTürk tarafının iki devletli çözüm için sürdürdüğü ısrar, kimileri tarafından, ‘pazarlık başlangıç pozisyonu’ olarak algılanmıştı.

Bazı uluslararası aktörlerin durumu böyle algılaması pekala mümkündü.

Eğer bu algı bir gerçekliği yansıtıyorsa, iki devletli çözüm ısrarının başka bir amacının da KıbrıslıRum tarafını pazarlığı, üniter devlete sarılarak başlatmaya ve böylece süreci tıkamaya yönelik olduğu söylenebilir.

Böylece BM’nin usandırılması ve etkisiz kılınması süreci hızlandırılmış olacaktı.

Ama bilindiği gibi Kıbrıslı Rum tarafı elde ettiği moral üstünlüğü bir hiç uğruna heba etme yolunu seçmedi.

BM ise ben ‘Kıbrıslıların yanındayım’ demeye devam ediyor.

Peki, tüm bu olanlar, Kıbrıs’ta çözüm sürecini hangi noktaya taşımıştır?

Uluslararası toplumda beliren yeni bir yaklaşımın artık filiz verebileceği ileri sürülebilir.

Yani, Cenevre zirvesi Kıbrıs sorununu çözme çabalarını ‘belirli bir geleceğe erteleme’ eğilimini güçlendirebilir.

Yani:

VIII. Kıbrıs sorununun çözümünün AKP sonrası dönemde mümkün olabileceğine dair, Batı kurumlarında ortaya çıkan bir algı artık belirgin hale gelmiştir.

Başta ABD olmak üzere diğer Batılı devletler, Türkiye ile yaşadıkları bir dizi sorunun çözümünün pek de kolay olmadığını zaten hesaba katmaktadırlar.

Kıbrıs sorununda da kendini açıkca hissettiren çatışan eğilimlerin varlığı nedeniyle, çoğu zaman olumlu beklentiler ifade edilse de, Türkiye ile yakın ortaklık ilişkilerinin yeniden kurulması ve Türkiye’nin Batı kurumlarıyla ilişkilerinin normalleştirilmesinin kolay olmayacağına dair kaygılar artıyor.

Eğer Türkiye’nin Batılı demokrasilerle yeniden yakınlaşması gibi bir hedefi olacaksa, Cenevre zirvesi bu kaygıları meşrulaştırmaktan başka bir amaca hizmet etmemiştir.

Kıbrıs sorununda bir çözüm perspektifinin yakalanmasının AKP sonrası döneme havale edilmesi işte bu nedenle çok ciddi bir olasılıktır.