BU GÜNLERDE GİDESİM VAR BURALARDAN…

Eve doğru yürüyorum hızlı adımlarla, “doğada yürüyüş neyine senin, koşu bandında yürü!” diye söylenerek.

 

 

Stella Aciman

 

Umutla uyandığım bir gün… Yazdan kalma güneşin bedenime verdiği sıcaklıkla balkonumda sabah çayımı içiyor, rengârenk açan cezarlarımın üzerinde keyifle dans eden kelebeği izliyorum. Aniden sokakta beliren iki tane damperli kamyonun ve şironun gürültüsü kulaklarımda patlıyor. Görevli kocaman çöp bidonunu şironun kepçe ucuna bir telle takıyor ve şiro bidonu ters çeviriyor… Bütün çöpler sokağa dağılıyor. Şiro kepçesiyle çöplerin bir kısmını alıyor, diğer poşetler yolun ortasında kalıyor. Damperli kamyon üzerinden geçiyor, torbalar patlıyor, etrafa sular fışkırıyor, tetikte bekleyen karasinekler sevinçle atlıyorlar çöplerin üstüne. Bir söz söyleme fırsatı bile bulamadan şiro, kamyon ve iki çalışan gidiyorlar. Geride size öyle sefil bir görüntü bırakıyorlar ki, “ bunlar çöpleri mi toplamış oluyorlar şimdi?” diye düşünmeden edemiyorum.

İçimdeki umudun bir parçası kaybolsa da “vazgeçme!” diyorum ve “biraz yürümek iyi gelir” diye düşünerek kendimi sokağa atıyorum. Umutla kalktım, pembe camlı gözlüklerimle görmek istiyorum bugün her şeyi… Yan sokağımdaki oto elektrikçisinin önünden geçerken dükkân sahibini görüyorum. Beni görmemezliğe geliyor bu sabah; sebebi ise, ona her fırsatta söylediğim bir söz, “altı dairelik bir apartmanın var, şuraya artık bir tane çöp bidonu alsan da, bizler de şu pis görüntüden kurtulsak” demem. “Bugün pembe görmek istiyorum her şeyi” diye söyleniyorum ve yürümeye devam ediyorum. Köyün içinden geçerek tarlaların arasında yürümeye devam ediyorum. O da ne? Tarlanın kenarına yığılmış, irili ufaklı onlarca çöp torbası! Şaşkınlıkla etrafıma bakınıyorum, sanki suçluyu ararmışçasına… “Pes artık!” diye bağırıyorum sessizce, içimdeki acıyla. Bu günlerde gidesim var buralardan…

Eve doğru yürüyorum hızlı adımlarla, “doğada yürüyüş neyine senin, koşu bandında yürü!” diye söylenerek.

Aklıma Atlas Dergisi’nde okuduğum bir yazı geliyor… Kayıp Türkler, Dukha Halkı! Moğolistan’ın kuzeybatı sınırında, Sayan Dağları’nda göçer olarak yaşayan, hepi topu 500 kişiden oluşan ülkenin en küçük etnik grubu. Dağların tepelerinde ren geyiği yetiştirerek, toplayıcılık ve avcılıkla bir tür komün hayatı yaşıyorlar. Ava katılsın ya da katılmasın av etini her obadaki her aileye dağıtıyorlar. Kadınlar ve erkekler eşit. Bir şefleri yok, kararları ortak alınıyor, hiyerarşisiz bir toplum. Şamanistler, her şeyin ruhu olduğuna inanıyorlar. ‘Çevrende gördüğün her şeyin bir ruhu vardır. Bu yüzden soluk aldığın her an, bunu fark etmeli ve çok dikkatli olmalısın. Böylece hiçbir canlının ruhuna saygısızlık yapmamış olursun…’diyorlar. Nehir kirlenmesin diye orada ellerini bile yıkamıyorlar. Bir şeyler yıkarken suyu mutlaka kovayla dışarı alıp o şekilde yıkıyorlar. Doğadan elde ettikleri şeyleri onlara verilmiş bir hak olarak değil, doğanın onlara sunduğu bir armağan olarak görüyorlar. Danimarkalı bir antropolog başına gelen bir olayı şöyle anlatmış. “Bir sabah boğazım ağrıyordu. Yaşlı bir kadın dağlardaki bir bitkinin soğuk algınlığına iyi geldiğini söyledi. Toplamaya gittim ve elbette Batı’da alışkanlığımız olduğu gibi daha sonra kullanırım diye bol bol kopardım. Çadıra dönüp, yaşlı kadına topladıklarımı gösterince yüzünde beliren dehşet ifadesini unutamam. ‘Neden bu kadar çok topladın ki? Sadece kendine bugün için yetecek kadar toplaman gerekiyordu. Tekrar ihtiyacın olursa, ertesi gün tekrar toplayabilirsin’ dedi.” Dukhalar her şeyi sadece ihtiyaçları kadar alıyorlar, çünkü doğadaki bir şeyi israf etmek onlar için çok ürkütücü.

“Bir de bizim halimize bakın” diye düşünüyorum ve aklıma o yazıda okuduğum cümle geliyor. ‘Nehir kirlenmesin diye içinde elini bile yıkamayan bir insanlık halinden, denize işeyen, sıçan bir insanlık haline nasıl geldik? Dedim ya, “bu günlerde gidesim var.”

Eve attım kendimi nihayet. Günlük gazeteler… Vazgeçilmezim. İçimdeki umut kırıntılarına sığınarak gazete sayfalarını karıştırıyorum. Gözüme Girne Belediye’sinin, sokak köpeklerinin su içmesi, yemek yemesi için sokaklara koyduğu şık kaplar takılıyor. Gözlerimin yaşardığını hissediyorum. Diğer taraftan içimi bir ferahlık kaplıyor ve “isteyince olabiliyor demek ki” diyorum. Bir başka haber; Kalavaç Köyü… Halkı elbirliğiyle köyü temizliyor yani her şeyi devletten beklemiyorlar, sokaklar da bizim diyorlar. Bir sayfa daha çeviriyorum; Dr. Filiz Besim’in ‘Bu kadar itaat, menfaat olmadan asla olmaz’ başlıklı yazısını görüyorum ve okumaya başlıyorum. Yazı suratımda adeta bir tokat gibi patlıyor. “Acaba başkalarının da suratında patlamış mıdır bu tokat” diye düşünüyor ve “umarım” diye cevap veriyorum bu soruya.

Televizyonu açıyorum… Karşıma NTV haber kanalı çıkıyor. ‘İsrail, Gazze’yi bombalıyor…’ İşte o anda umutla başladığım sabahın karardığını hissediyorum. İsrail’in güneyinde bir kentte yaşayan yakın bir arkadaşım, Gazze’den atılan roketlerden dolayı sığınaklarda yaşadıklarını, okulların kapalı olduğunu, çocukları için çok korktuğunu yazıyordu günlerdir Facebook’ta. Ama haberlerde sadece İsrail’in gaddarlığı gösteriliyor ve konuşuluyor. Yahudi olmanın dayanılmaz ezikliğini hissetmeye başlıyorum yine, sanki suçlu benmişim gibi… Başım yerde, ruhum yorgun, bedenim ağır… Dedim ya; bu günlerde gidesim var…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri