Solomu’nun öldürüldüğü günü çok net hatırlıyorum… 96 yılının kavurucu bir Ağustos günü, genç ve silahsız bir adamın tek el ateşle öldürülüp yere düştüğü anları, defalarca izledik.
“Bayrağa el kalkmaz, bedeli ağır olur” tartışmalarını da duyduk, “silahsız birine ateş edilmesinin kabul edilemez” olduğunu da…
Motorlu eylemcilerin sınır kapılarında yarattığı gerginliği de net hatırlıyorum, Solomu’nun kuzeni Isaac’ın nasıl öldürüldüğünü de…
Her iki ölümün de tartışmasız şekilde orantısız bir güçle silahsız kişilere karşı işlenmiş bir cinayet olduğuna inanıyorum. 18 yaşındayken de bunu hissediyordum, bugün de aynı duyguyla bakıyorum her iki olaya.
Her iki olayın da binlerce kez izlenen canlı kayıtları Türkiye’yi mahkum edip, tazminat ödemesine neden olsa da kişisel sorumlularla ilgili tek bir işlem yapılmaması, bunların korunması, bu toplumlara horlatılmaya mahkum yeni bir travma daha yarattı ne yazık ki.
Ancak aradan geçen 29 yılda her yıl yapılan eylemlerin yarattığı gerginliğin bu kadar tırmandırıldığını hatırlamıyorum. 29 yıl sonra sadece ve sadece acıdan beslenen şövenist bir dilin kendine bir anıt heykel üzerinden neden zemin bulduğunu da anlamıyorum.
Kıbrıs Türk basınında bu haberlerin altına yapılan birçok yorumun ise tamamen insanlıktan uzak olduğunu düşünüyorum.
Üst düzey yönetimin en ön sırada sahiplendiği bu anma etkinlikleri, burada yapılan ırkçı ve şiddeti körükleyen şuursuz konuşmaların, ya da sınırda geçişlerin saatlerce durmasına neden olan öfkeli eylemlerin de doğal bir yas sürecinin sonu olduğunu düşünmüyorum.
Her iki taraf arasındaki kontrollü geçişlerin açılmasından bu yana 22 yıl geçti.
Bu süre içinde kimsenin burnu kanamadı, tek bir ciddi olay yaşanmadı. Bu şüphesiz her iki toplumun da sağduyu ve olgunluğunun sonucudur.
Ancak geçmiş travma ve acılar üzerinden siyaset üreten, insanların kanından oy devşirmeye çalışan anlayışların her iki tarafta da bir süredir sesini yükselttiğine şahitlik etmek beni ürkütüyor.
Bu sıradan insanlar üzerinde her iki tarafın da erkini ıspat etme çabasının ötesinde, tırmanan bir tehlikeye dönüşme potansiyeli taşıyor.
Sağ duyudan ya da çözümden iki toplumun ortak çıkarına konuşabilecek her ses bu histeri karşısında cılızlaşıyor.
Kıbrıs sorunu çok uzun zamandır kimsenin gündeminde değil ama sorun artık çözüm bulma çabaları noktasından “çatışmama” noktasında evrilmiş gibi geliyor.
51 yıl boyunca tek merminin atılmamış olmasıyla yetinir pozisyona doğru sürüklendiğimizi düşünüyor ve bundan endişe duyuyorum.
25 yılı aşkın bir zamandır her iki toplumun da nabzını tutan, farklı görüşten yüzlerce kişiyle bu sorunu yaşayan, sorgulayan, Sırbistan’dan İrlanda’ya, Brüksel’den Amerika’ya kadar 10’dan fazla ülkede tartışan, farklı modelleri gözlemleyen bir gazeteci olarak sanırım ilk kez böyle bir yazı kaleme alıyorum.
Zira bu sinsi sinsi ilerleyen sürecin perde gerisinde yapay bir senaryo olduğunu düşünüyorum.
Son derece tehlikeli ve geri dönüşü olmayan bir senaryo.
Her iki toplumun da aydınlarına ve sağduyulu liderlerine belki de her zamankinden çok ihtiyaç olduğu hassas bir dönem içindeyiz. Aklın mantığın ve sağduyunun izinde üretilecek projelere ve tartışmasız yegane temel zeminin, “çatışmama” ve “ortaklık” olduğunu izah edecek beyinlere ihtiyacımız var.
Ekonomiyi tartışırken de turizm politikaları üretirken de bir tarafın diğerini yok sayamayacağı bir coğrafi mecburiyet içindeyken, gerginlik kimseye bir şey kazandırmaz. Belki kandan beslenen siyasetler bundan medet umabilir, hatta kısa vadede kazanç bile sağlayabilir ama her iki toplumun üstün yararı bu zihniyetlerden arınmaktır.
Mülkiyet sorunu diplomasiden uzak, güç ve haklılık yarışı içinde hukuku siyasete alet ederek çözülemez.
Türkiye’ye karşı olan öfkeyi travma ve korkuyla çoğaltıp, koca bir ülkeyi düşmanlaştırarak, ırkçılık yaratarak, nefret diliyle beslenerek, birşey kazanamazsınız.
Birlikte kaybederiz.
Geçmişin kayıpları, üzerini örterek sorumluların bilindiği türlü olayları perdeleyerek ya da onları ödüllendirerek de dinmez.
Hep horlatılmaya mahkum travmalar bırakıldı burada yaşayan nesillerin koynuna.
Geçmişin acıları karşılıklı olarak belki hiçbir zaman geçmeyecek ama bugüne kadar yapılmayanları bundan sonra yapmak gerekiyor.
Artık bir yerden başlamak gerekiyor.
Acının karşı tarafı olmadığını anladığımız, “ötekinin” kaybına ağlayabildiğimiz kadar kazanacak bizden sonraki nesiller.
Suçluların “bizim” diyerek gözardı edilmediği anlayışlar geliştirdikçe özgürleşecek çocuklarımız.
Bunun için de her iki tarafın sağduyu siyasetine ortak paydaların hatırlatılmasına ve paydaların çoğaltılmasına ihtiyacımız var.
Bu coğrafya bize bunu mecbur kılıyor.