Bir şehre ‘veda’ edememek

Tümay Tuğyan

 

Limasollular, doğup büyüdükleri şehirle bir kez daha hasret giderdiler geçtiğimiz hafta sonu.
Basından takip edebildiğim kadarıyla son derece keyifli ama bir o kadar da duygusal bir gündü.
Sanırım önümüzdeki günlerde, Baf’a da benzeri bir gezi planlanıyor.
Bu kez Baflılar tutacaklar eski evlerinin, eski mahallelerinin, yani geçmişlerinin yolunu!
Tıpkı Cuma günü Nasturi Kilisesi’nde düzenlenen Paskalya Ayini’ne katılmak üzere gelen Mağusalılar’ın yaptığı gibi...

***

Ayin için Mağusa’ya gelen Kıbrıslı Rumlar’dan biri olan Costas Sofokliou ile Yenidüzen için kısa bir röportaj yapmış Sevgi Yalman.
‘Benim evim Mağusa, 40 sene değil 100 sene de geçse evim gene Mağusa’ diyor Sofokliou.
Mağusa’da doğan, Mağusa’da büyüyen yani tıpkı Sofokliou gibi evi Mağusa olan biri olarak, bir şehrin bir insanın hayatındaki yerini tekrardan sorgulamaya, anlamaya çalışıyorum.
Mağusa benim için neyse, ya da tıpkı benim gibi doğma büyüme bir Mağusalı olan babam için neyse, Sofokliou için de o değil.
Çünkü ne ben ne de babam, O’nun gibi bir gün ansızın, ‘ayağımızda şort ve çarıklarla’ Mağusa’dan ayrılıp, çizilen sınırın güneyinde kalan bir başka şehre ‘kaçmak’ zorunda kaldık.

***

1974 sonrasında doğan biri olarak, göçmen olan insanların geride bıraktıkları topraklarla ilgili hissettiklerini anlamakta çok zorlandığım dönemler oldu.
Bunun nedeni, böylesi bir tecrübeye sahip olmamaktı.
Böylesi bir tecrübeye sahip olmadığımdan mütevellit, benim kurduğum mantığa göre eski ev, eski mahalle veya eski köy, eski şehir elbette geçmişte kalan güzel anıları barındırsa da, ailemizin, sevdiklerimizin içinde olduğu her hayat güzel olmalıydı ve bu hayatın hangi evde, hangi sokakta, hangi şehirde yaşandığından çok, kimlerle yaşandığıydı asıl olan.
Ama aslında her şeyin bu kadar basit olmadığını, zamanla anladım.
Mesele sanırım insanların geride bıraktıkları o evlerde, illa ki şimdikinden çok daha güzel ya da çok daha mutlu hayatlar yaşamış olmaları değil.
Mesele biraz da ‘yarım’ kalmışlık.
Mesele biraz da ‘eksik’ kalmışlık.
Tıpkı yarım kalan aşkların, üzerinden on yıllar geçse de acıtmaya devam etmesi gibi.
Tıpkı savaşta kayıplar hanesine yazılan yakınınızın, artık bir ölü olduğunu kabul edemeyişiniz gibi.

***

Her ayrılığın bir vedaya ihtiyacı var.
Kimden ya da neyden ayrıldığınızın bu noktada pek bir önemi yok.
Sevgiliden, ‘anlaşarak’ ayrılmışsanız, hayıflanacak bir yaşanmamışlık kalmamış demektir.
Onunla hesabınızı kapatmışsınızdır.
Ölen bir yakınınızı kendi elinizle toprağa vermişseniz, tabutuna dokunarak ‘hoşça kal’ deme şansınız olmuştur.
Onunla hesabınızı kapatmışsınızdır.
Ama bir evden, bir sokaktan, bir şehirden kendi isteğinizle değil de birilerinin zoruyla ayrılmışsanız, bir şeylerin korkusuyla kaçmışsanız, o evle, o sokakla, o şehirle hesabınız kapanmamıştır.
Çünkü o ayrılıkta veda yoktur.
Şu anda sizi o eve, o sokağa, o şehre fiziksel olarak bağlayan hiçbir şey olmayabilir.
Sizi ‘mekana ait kılan fiziksel bağlar’ bundan 40 yıl önce kopmuş olabilir.
Ama veda etme şansına sahip olmadığınız o mekanla aranızda ‘yarım kalan ilişki’, üzerinden 40 yıl değil, 100 yıl geçse de acıtmaya devam edecektir.
Tıpkı Sofokliou’yu acıtmaya devam ettiği gibi.