Bir Kültür Hamalıydı: SADİYE DESTUR

Eralp Adanır

24 Haziran günü bir haber düştü medyaya. Uzun yıllar Kıbrıs Türk kültürünün folklorik kıyafetleri üzerine araştırmalar yapan, araştırma yapmakla kalmayıp folklorik kıyafetlerin yeniden dikimiyle bizzat uğraşıp bu geleneğin yaşamasına önemli katkı koyan Sadiye Destur ablamızı yitirmişiz. Hem onu tanımakla sohbet etmekle biriktirdiğim anımdan, hem de kültürümüzün yaşatılması açısından bir mihenk taşı olmasından dolayı çok üzüldüm. Işıklar içinde uyusun.

Kendisiyle Söz ve Yazı programımız için bir röportaj gerçekleştirdiğim geldi aklıma. Arşivime bakıp buldum programı. Tarih 27 Kasım 2010 idi. Kıbrıs Türk kültüründe kıyafetler ve düğün geleneklerimiz üzerine yaptığımız söyleşiden bir bölümü sizlerle paylaşarak kendisini yâd etmek istedim.

 

“bu kültürü hamallık yapıp taşımayı azmettim”

1943 doğumluyum. Öyle bir zamana geldik ki artık yorulduk. Ama yine de bu kültürü hamallık yapıp taşımayı azmettim. Yani benim arzum en güzel bir şekilde bulduklarımızı yüz yıllardan, öteden bugüne taşımaktı. Bir veya iki tane daha tasarımım vardır onları çıkarmak istiyorum. Tasarımcılığın da çok zor bir iş olduğunu söylemek istiyorum. Akademik bir yanım olmadığı için de ben tabii daha da zolandım. Ama elimizde canlı örnekler o kadar azdır ki somut olarak yani, kayıplar vardır ve biz bunu işte tedarik ettiğimiz resimlerden fotoğraflardan bu tasarımları yapmaya çalıştık çalışıyoruz da.

1943 Lefkoşa doğumluydu Sadiye Destur. İlkokulu Ayasofya okulunda okumuş ama eğitimine devam edememişti. Yokluk yoksulluk ve bazı ailelerde mutaassıplık dönemiydi o yıllar...

Bayağı mutaassıp bir kadındı annem. Yani düşünün ben 43 doğumluyum 43’te ve ondan evvel elbette aydın insanlarımız vardı bunu tabii ki göz ardı edemeyiz. Neticede Mesarya oldukça çok tutucu bir yerdi. Ki annem çarşaf da kullanırdı, çarşaflı bir bayandı. Mesarya’dan geldiler onun için haliyle tutucuydu. Korkuyordu, kent hayatı onu korkuttu 12-13 sene kalmasına rağmen. Lefkoşa’ya evlenmişti. Ama ben yine de memnunum en azından şimdi belki başka bir şey ama, Kıbrıslı Türklerin çok eski bir geleneği vardır. Hiç kimse zanaatsız ve eğitimsiz kalmasın diye. O zaman eğitime gönderilemeyen kızlar ve erkekler muhakkak 12-13 yaşında bir çıraklık dönemine girerdi. Ve annem de bunu yaptı. İyi ki de yapmış derim, bir daha dünyaya gelsem aynı mesleği seçerdim. Ama akademik olarak herhalde (gülüyor).

Kıbrıs Türk toplumu içerisinde eskiden bir Terzilik geleneği vardı. Kendisi de öncelikle bir Terzi çıkarklığı dönemi geçirmiş. Örneğin bizim Limasol’da şimdi rahmetli olan Fahriye ablamız vardı, annemler ona gittikleri için ben de biliyorum. Tiraje hanım vardı meselâ. Belli yerlerde belli bayan Terzilerimiz vardı kısacası. Ve genelde de evlerde bu işlerini yaparlardı. Terzilerimizin sosyo kültürel açıdan nasıl bir öneme sahiptiler...

Ben hem eğitim aldım hem de yıllarca eğitim verdim. Hatta diploma hakkımız var mı yok mu diye de tabii ki o zamanlar bir İngiliz dönemiydi, bayağı bir araştırıldı. Hasbel kader ben diploma da alamamıştım ustamdan, tartışarak ayrılmıştım (gülüyor). Bazı iyi yerlerde olan arkadaşların dikişlerini diktiğim için onların imzalarıyla işte bir referans kabul edildi ve diploma verme hakkım tanındı. Ama çok da güzel bir düzen vardı bunu da burada hatırlatmak isterim. Konumuzun dışında gibi görünse de bence kültürel bir yanı vardır.

Çırak olarak yanımıza gelenlere benim zamanımda yoktu ben ustalık yaparken oldu bu, arada bir küçük de olsa bir kontrat imzalatılırdı. Çünkü o kızın yaşı çok küçük. Eğer 13 yaşından 15-16 yaşına kadar yanımdan kendisini çıkarırsam rakam da o zamanlar çok küçüktü, 12 Kıbrıs Lirası gibi, bunu vermeyi deruhte ediyorduk. Tazminat olarak. Eğer o da bana tam öğrendiği zaman hizmet etmeden beni bırakırsa o zaman bu tazminatı o bana ödeyecekti. Aslında bu çocukları korumak açısından düzenlenmiş birşeydi. İşte öyele bir ustalık çıraklı dönemi geçirdik.

Benim ustam Servet hanımdı. Babası Hakkı bey de eski polislerdendi, kardeşleri de öyleydi. Kalabalık bir aileydi. Gene benim oturduğum bölgedeydi yeri. O bölge sanki benim talihimdi artık (gülüyor). Talihim ve tarihim. Onun için bir Lefkoşa sevdalısıyım.

Hem terziler vardı hemde Gelin Onarıcılar o yıllarda. Gelini Onarma deniliyordu ve apayrı bir alan apayrı bir kültürdü. Bir de bu hizmeti yokluk içerisinde gerçekleştirmeye çalışıyorlardı...

Meselâ Gelin Onarıcı Cemaliyanım vardı en eskilerden onu tanırdım. Adını duyduğum başkaları da vardı. Bir de Leymosun’dan gelen Havva Abla diye galiba o da rahmetlik oldu ki en güzel bilgiyi ben ondan aldım çünkü Cemaliyanımı tanırdım, şu şekilde: yanında devamlı Mesarya’da olan düğünlerde, hep bulunduğumuz köylerde de bilirsiniz köyler hep akraba, çok düğünlere gidilirdi. Yanlarında da bulunduğum için o kadar güzel hatırlıyorum ki, belki de benim avantajımdı o zamanlar.

Birçok şeyi unuttuğum halde tarihsel ve kültürel olayları hiç unutmadım.

Kentlerde daha farklıydı da kırsal kesimlere gidildiği zaman Gelin Onarıcı, üç gün evvel oraya gider ve üç gün kalırdı. Bir günü işte misafirliğiyle kızın saçına bakmakla giydirmekle başlardı, ertesi gece zaten Kına Gecesi olurdu. O zamanlar özellikle kentlerde gerçek elmaslar kullanılırdı. İşte bir tas alınır kapı kapı ahbaplar arkadaşlar dolaşılır herkes elmasını oraya atar adı da yazılırdı. Bu kadar güzel bir güven görülmemiştir. Hani bir elmas iğneni nasıl da bir tasın içine atar da emanet edebilirsin. Ama ben bunu yaşadım. İnsanlar bugün bilet alırken bile şüphelenir acaba biletimin parası nereye gidecek diye (gülüyor).

O gerçek elmaslarla gelini süslemek Gelin Onarıcı’nın becerisine bağlıydı.

Rahmetlik Cemaliyanım da mükemmel zevk sahibi bir bayandı. Çünkü üç gece onaracaksa gelini üçüne de ayrı modeller yapması gerekirdi. Yine elmaslar kullanılırdı ama şekiller değişirdi.

İşte sıcak maşalar islimlerde ısıtılırdı ve kızın saçına lüleler yapılırdı, hani eskilerin dediği gibi “dolma” gibi yapılırdı (gülüyor). Ben eski tabirleri kullanmaktan çok zevk alıyorum.

Bir de onun ödülü olarak herhalde çok iyi hatırlıyorum çünkü Mehmetali dayıyla da (Mehmetali Tatlıyay ea) Allah rahmet eylesin, ki bizlere bu düğünlerimizdeki müzikleri bırakandır, onunla beraber aynı sokakta otururduk küçükken. Bol bol sohbet ederdim kendisiyle.

Düğün alanında arkaya da bir perde kurulurdu, onu unutmayalım. Ya hurma dallarıyla ya da renkli lambalarla süslenilirdi bu örtüler. Özelde Kına Gecesi ve bir de bazen “mübareki” de derler, bunlar da olurdu bu yerde. Gelin Onarıcı’nın da ayrı bir tabağı bulunurdu kendisine ait. Küçük de olsa o tabak ona aitti. Yani bu tabağa konulanlar küçük paralar onun bir ödülü niteliğindeydi. Yani bu işi için ödenirdi bir yerlerden ama bu da ayrı bir ödül niteliğindeydi.

Düğünler daha önceden hep Cuma gün ki ben bir gelin başlığım altına Cuma gün giyilen diye yazmıştım kıyafetlerde, ha ne oldu, neden Cuma? Eskiden zaten Cuma gün tatildi diye. Cuma gün son gündü düğünün. Bu düğünler 5 gün ile 3 gün arası değişirdi. Tabii ki dediğim gibi 5 günlük düğünler genelde kırsal kesimlerde ki bugün kültürümüzü taşımakta en büyük yardımcı olanlar onlardır. Kentlerde daha çok bir kültür mozaiği olduğu için işte zengini vardı fakiri hamalı vardı. Ama kırsal kesimlerde Pazartesi başlardı kızın cehizleri taşınsın ama bu müddet zarfında da müzik. Özellikle de Baf yöresinde bunları daha çok onlar sürdürdü. Adetin ilkinden başlayayım, Pazartesi örneğin bütün komşular işte 2 okka patates, iki tavuk, iki paket makarna, üç hellim gibi bunlar Pazartesi başlar hep komşular birbirlerine gidilir gelinirdi. Bunlar orada depo edilirdi. Yani bundan daha güzel bir dayanışma nasıl olabilir ki? Bir-iki okka patates kimseyi zor durumda bırakmaz ama o Gelin Evi’ne çok büyük yük olurdu. Birinci gün bunlar ve gelinin taşınacağı ev işte temizlenir perdeleri asılırdı. Arada yine yemekler yenilir oyunlar oynanırdı. İkinci gün, eşyalar taşınmaya başlardı. Cehizler yani. Zaten neydi işte bir dolap bir aynalı dolap bir dört direkli garyola, bugün özlemle andığımız eşyalar, onlar kurulurdu. Erkekler yorganları yüklenirlerdi ama tabii bir düğünde yorgan kaplama ritüeli de olurdu. Başından ikinci nikah geçmemiş veya bekâr genç kızlar kaplardı yorganı, yedi kişi olmalıydılar.

Özellikle testi oyununda yedi genç kız oynardı. Yorgan kaplamada da başından ikinci bir evlilik geçmemiş şartı vardı, işte uğur getirsin diye.

Yorganlar kaplanırdı, neticede o yorganlara bile gelip de yardım edecek olanlar toplandığında yorgan bittiğinde her zaman bir erkek çocuk da kıymetlidir hâlâ da öyledir yani (gülüyor), ataerkil bir toplum olmamızdan dolayı herhalde, yorganın üstünde o erkek çocuğu yuvarlarlardı. Çocukları erkek olsun diye. Ondan sonra da küçük küçük gümüşleme derdik ona da küçük bozuk paralar atılırdı.

O yorganlar erkeklerin omuzlarına yüklenerek davul zurna eşliğinde kadınlar da bu arada kız evinde beklerler, bu eşyalar oraya taşınırdı.

Üçüncü gün artık herseler, buğdaylar hayvana bindirilir, değirmene götürülür ki bütün bunlar müzikle ve köyün bütün eşliğiyle yapılırdı. Akşam üzeri de onlar gelirdi. O gece etler kesilip hazırlanmaya başlanır. Dediğim gibi üç gün geçti Kına Gecesi’ne büyük bir hazırık olurdu Gelin Onarıcı tarafından. Bir de Gelin Hamamı vardı bu arada.

Onu soracaktım bende. Hamam olmayan yerlerde de o isimle yine böylesi bir işlem yapılırdı ve onun da kendine özgü bir müziği vardı.

Tabii ki. Mesela bugün çoğunun bilmediği birşey; hani Gelin salona girdiğinde üç veya yedi defa ortada dönerdi ya işte o Gelin Hamamıdır zaten. Sabah yapılırdı o. Kına Gecesi’nden bir gün önce. Davetler mumlarla yapılırdı. Ve o gün Gelin Onarıcı kızın saçlarını örer bayanlar mumlarını yakarak işte hamama, hamam yoksa da bir büyük meydana gider yedi defa döner tekrar evine gelirdi. Saçlar yıkanır ve tekrar geceye hazırlanırdı. Orda başka bir elbise giyerdi haliyle, Kına Gecesi başka bir elbise.

Bu geleneğin ucuna yetiştim. Genelde pembe rekler, maviler, sarılar ve açık morlar tercih edilirdi.

Etnografik olarak baktığımızda, Kıbrıs Türk kültürü içerisinde kıyafetler alanında bu konuda çok büyük klatkılar yaptığını görebiliyoruz sadiye hanımın.  Bu alamdaki ilk çalışmalarına nasıl başladığını anlatmasıı istiyorum kendisinden...

Ben 1972’ye kadar terzilik yapardım. O zamanlar bana gelip işte Kıbrıs kıyafeti bizlere diker misin diye soranlar oluyordu. Şimdi ben hâlâ daha hangi akla hizmet edip de “evet” dediğimi bir türlü çözemedim (gülüyor). Acaba maddi imkânlarını daha çok gördüm de evet mi dedim bilemiyorum. Ama şu var. Ben ilk terziliğe başladığımda benim yüreğimde öyle bir yara vardı. O yara hep sızlardı. Biriyle karşılaşsam ne konuşurum, ben bir ilkokul mezunuyum onlar üniversiteye gittiler filan, şunları bunları dediler, ama arkadaşlar bana hep arka çıktı. Bazı arkadaşlar ve dediler ki yahu Sadiye tarih coğrafya konuşmuyoruz bütün gün, hayattan konuşuyoruz. Ve bu durumumdan zor çıkabildim. Belki o birşey olmak aklımda olduğu için  ben bu teklife hemen evet dedim. Yani dikiş dikmekten gayrı. Tabii ki bu teklif bana büyük bir güven gibi geldi.