Bir Kıbrıs Trajedisi -"Kayıplar…"

Sevgül Uludağ

BASINDAN GÜNCEL…

 

Ertanç HİDAYETTİN

“Paşa Dayı” derdik ona. İri cüsseli bir adamdı. Ama yüzünden gülümseme hiç eksik olmazdı.

“Gelin be çocuklar, bir yüro atalım” derdi bize. `Huriye, hade topla çocukları” diye selenirdi eşine. Sevinç çığlıkları içinde, güle oynaya kocaman Dodge marka Amerikan arabasına doluşurduk.

Bazen Rum kesimine götürürdü bizi. Bir keresinde “Çukulalar” dediğimiz lunaparka götürdüğünü hatırlarım. İlk kez lunapark eğlencesini tatmıştık o akşam.

Bazen mahalleli konvoylar halinde Girne’ye denize giderdik. Altıbuçuk Mil veya Karakız’a.

Paşa Dayı’nın siyah Dodge arabası daima önde olurdu bu günlerde.

Çok severdik Paşa Dayımızı. O da biz çocukları. Ailelerimiz bazen gülümseyerek uyarırdı onu: “Çok şımartıyorsun bu çocukları. Başımıza bindiler” diye.

Bir gün uyandığımızda o yoktu. “Paşa Dayı nerde?” diye sorduğumuzda önce cevap almadık. Sonra “köye gitti, birkaç gün sonra gelecek” dediler.

Birkaç gün sonra ısrarla onu aradığımızda “kayboldu” dediler. Çocuk aklımızla ne olduğunu algılayamadık. Kavrayamadık bu esrarengiz olayı.

Nasıl yani? Kediler, köpekler, eşyalar, falan kaybolurdu bizim bildiğimiz. Kocaman adam nasıl kaybolmuştu?

Bu yüreği sevgi dolu adamı, çok sevdiğimiz Paşa Dayımızı artık göremedik. Onu çok özleyecektik. Bir taraftan da çocuksu bencilliğimizle artık Dodge arabasında gezip tozamayacağımıza hayıflanıyorduk.

Zaten çok fazla konuşmayan eşi Huriye Teyzenin ağzını bıçaklar açmaz oldu. Her zaman gözleri yaşlı hatırlarım onu. Bazen gider ona sarılır, onu teselli etmeye çalışırdık biz çocuklar.

Kapının eşiğine oturur, gözleri biraz ilerideki köşeye saplanır, öylece saatlerce kalırdı. Kocaman araba Abdi Çavuş Sokağını dönüp her zamanki yerine park edecekti sanki.

Çok sonraları yaşamı hazin bir şekilde sonlanacaktı Huriye teyzenin. Kim bilir, belki de yüreği kocasının acısına dayanamayıp teslim olmuştu.

Biz büyüdük. Çil yavrusu gibi dünyanın her köşesine savrulduk.

Paşa Dayımız hiçbir zaman bulunmadı. Aradan 55 yılı aşkın zaman geçmesine rağmen onu hiç unutmadım. Herhalde o da yüzlerce Kıbrıslı gibi “kayıplar” listesindedir.

Geçen gün sevgili Sevgül Uludağ’ın köşesinde “Kayıp Şahıslar Komitesi” ile çalışan dört uzmanın dedelerinin kalıntılarıyla karşılaştığı haberini okuduğumda tekrar Paşa Dayı gelmişti aklıma.

Komitedeki dört uzman acaba neler hissettiler? Ne zor, ne hazin bir durum. Bir taraftan da belki de diğer aileler gibi yıllar süren bekleyişlerinin sona ermesi acılarını bir nebze dindirmiştir. “Closure” denilen şey. Ama bu acı nasıl kapanır ki?

“Halinden anlarım” deriz ya büyük üzüntüsü olan yakınlarımıza. Başımıza gelmediyse “kayıp” ailelerinin halinden anlamak mümkün olabilir mi? Hiç sanmıyorum.

Onlar, yıllarca “kayıp” yakınlarının eksikliğini, özlemini yüreklerinin ta derinliklerinde hissederek yaşadılar. Yaşıyorlar.

Kıbrıs sorununun en trajik unsurlarındadır “kayıplar” konusu.

Adanın diğer bölgelerinde de Androulla’lar, Andeas’lar, Eleni’ler bizim küçükken sorduğumuz soruyu yakınları için sormuşlardır muhakkak. “Babam, ağabeyim, Vasso Dayı, Maria abla nerde?” diye.

“Kayıpları” (kalıntılarını?) bulma uğraşı verenlere karşı minnet, şükran hisleri taşımamak olanaksızdır.

Bu insanların başında yukarıda adından bahsettiğim Sevgül Uludağ gelir. Ayrıca “Kayıp Şahıslar Komitesinin” cefakar Kıbrıslı ve diğer elemanlarına, iki toplumlu “Birlikte Başarabiliriz” derneği üyelerine ve bu konuda uğraş veren herkese teşekkür etmeliyiz.

Geçtiğimiz Yaz ayında “Komikebir Derneği” Sevgül Uludağ’ı Londra’ya davet etmişti. Kıbrıslılar Merkezinde çalışmaları ile ilgili tüm salonu ağlatan bir sunum yapmıştı.

Ona teşekkür plaketleri verildi o gün. Aslında Nobel Barış Ödülüne layıktır o.

Ben de herkes gibi o gün Paşa Dayı ve tüm” kayıplar” ve “kayıp” aileleri için gözyaşı dökmüştüm.

Aynı zamanda herkes gibi Kıbrıslılara bu tarifi imkansız acıyı yaşatanlara lanet okumuştum.

“Kayıpların” akibetini bilen ve suskun kalanlar aynı derecede suçludurlar.

Onlara da lanet olsun.

(KIBRIS POSTASI – Ertanç HİDAYETTİN – 26.2.2017)


 

“Hesaplaşma:  Dünyaya Gözlerimden Bak…”

Bircan YORULMAZ

Lothar Kittstein’in yazdığı, Frank Heul’un yönettiği Dünyaya Gözlerimden Bak’da Berkay Ateş, Can Kulan, Emir Çubukçu oynuyorlar. Oyun D22 tarafından Köşk’te, Tiyatro Fringe Ensemble’nin uluslararası ortaklığı ile sahneleniyor.

Sanrılardaki gerçekler/ hesaplaşamama

Üç asker, üç hayat, üç hikâye. Üç asker, hikâyelerini doğrudan kendi cümleleri ile anlatıyorlar. Oyun üç ayrı perde gibi ancak her perde farklı bir odada sahneleniyor. Seyirci Köşk’ün odaları arasında geziyor ve tek tek askerlerle karşılaşıyor.

İlk oda Oto pilot adında

Bir savaş pilotunun uçaktan anlatımı. Her odanın girişinde o odayla ilgili bilgi veriliyor. Bu odanın girişinde o odadaki pilotun üzerinde uçtuğu ülkenin, Suriye ya da Afganistan ya da başka bir yer olabileceği söyleniyor. Pilot ülkenin fotoğraflarını bize gösteriyor. Önce çok yukarıdan, sonra yaklaştıkça; yeryüzünün görüntüsünün muhteşemliğini anlatıyor. Teçhizatı ile o kadar yüksekten bile aşağıdaki her şeyi görebildiğini. Ancak aslında bir uçakta değil, sadece insansız hava aracı uçuran biri o. Bulunduğu yerden sadece önündeki düğmelerle o ülkeleri bombalamakta.

İkinci oda Ölüm Odası adında

Burada bir yere hapsolmuş, çıkamayan başka bir asker var. Muhtemelen abluka altında, belki değil ama korku içinde. Sınırı koruyor ama aslında kendini bile koruyabilecek gibi gözükmüyor. Herkesten şüpheleniyor. Sanrılar görüyor. Sanrılarında yarattıkları ile konuşup, tartışıyor.

Üçüncü Oda Kurbağa Olmak adında

Eski bir asker, yatağa mahkûm. Kendisini çevirmesi için hastabakıcısını bekliyor ve o sırada sanrılar görüyor. Yıllar önce öldürdüğü, kucağında çocuklu kadın sürekli beliriyor. Yaptıklarını sorguluyor.

Üç ayrı odada, üç kendinle hesaplaşma izliyoruz. Üç askerin kendi içlerindeki hesaplaşmasının, travmatize olmuş halini görüyoruz. Odalar arasında dolaşırken, bir yandan oyunun bir parçası gibi hissediyorsunuz, diğer yandan da değiştiremeyeceğiniz bir hikâyenin izleyicisi. Zira sonuç yok, zira aslında bugün yok, zira aslında zaman yok.

Yeni bir iletişim yöntemi

Dünyaya Gözlerimden Bak’ı konusu dışında diğer oyunlardan farklı kılan şeyler var, öncelikle iletişim yöntemi ve dili. Oyunu izlerken ilk aklıma gelen şey; ülkemizde tiyatronun geldiği yerin etkileyiciliği oldu. Oyunun içeriğinden bağımsız, gittikçe seyirciyi de oyunun parçası haline getiren bir tiyatronun, yeni bir iletişim yöntemi ve dili olarak ortaya çıkışını izliyoruz.

Özel tiyatroların artışı ile beraber bu yeni iletişim biçimi ve dili gittikçe gelişiyordu zaten. İzleyicinin sadece izleyici olduğu oyunlardan, izleyicilerle oyuncuların neredeyse temaslı olduğu bir tiyatroya geçişi yaşarken, bu oyunda izleyicinin de hikâyenin parçası olabileceği, belki de hikâyeye küçük dokunuşlarla dâhil olabileceği bir iletişime geçilmiş olduğunu görüyoruz. Belki diyorum, çünkü bu izleyiciye kalmış olabilir.

Dünyaya Gözlerimden Bak’ta 10 kişilik izleyici grubu olarak Köşk’ün odalarında dolaşıyoruz. Bizden sonraki 10 kişilik grubun arkamızdan odaları dolaştığını bilerek.

Her odadaki asker bize hikâyesini anlatırken, göz göze geliyoruz. Kimi zaman bir izleyiciye ellerini uzatıyorlar, kimi zaman elini uzatan izleyiciyi kucaklıyor, kimi zaman da reddediyorlar. Kimi zaman gözlerimizi kapatıp, kimi zaman koltuklarda kemerlerimizi bağlıyoruz.

Böyle oyunlarda tiyatronun gerçek anlamda yaşayan, gelişen, değişen, büyüyen bir sanat olduğu, yine yeni yeniden kendini üretebildiği gerçeğinin hazzını yaşıyorum.

Yabancı diyarlarda yerel hikâyeler

Diğer yandan izlerken kaçınılmaz olarak her askerde, her hikâyede ya da hikâyenin içindeki karakterde kendi coğrafyamızda yaşanan olayları aradım. Her odaya, her şehre kendimce başka isimler koydum. Bu bağlamda da belki de benzer hikâyeler bu denli yakınımızdayken, karakterleri başka ülkelerde hayal etmekte yer yer zorlandım. Belki de bu, bu dönemin handikapıydı ve muhtemelen bu özellikle yapılan bir tercihti ancak yine de hikâyenin başka diyarlarda geçmesi tercihinin doğruluğundan emin olamadım.

Berkay Ateş, Dünyaya Gözlerimden Bak’ı Can Kulan ve Emir Çubukçu ile sahnedeyken, bu sezon oynamaya başlayan Kuş Öpücüğü oyununda da kendisi sahnede, Kulan ve Çubukçu ise yönetmen koltuğundalar. D22 bu üçlü tarafından 2013 yılında kurulmuş. Bu oyunlardan da anladığımız iyi bir ekip çalışması var ve devam edecek gibi de görünüyor. Bu kadar genç bir ekibin enerjisinin daha artarak oyunlara yansıyacağına inanıyorum.

Farklı bir oyun deneyimi için; Dünyaya Gözlerimden Bak.

KÜNYE

Yazan: Lothar Kittstein

Çeviren: Attila Geridönmez & Aydan Balkır Golüoğlu

Yöneten: Frank Heuel

Oynayanlar: Berkay Ateş, Can Kulan, Emir Çubukçu

Yönetmen Asistanları: Tara Haçikoğlu, Batuhan Gelener

Sahne Tasarımı: Frank Heuel

Afiş Tasarımı: Christopher Çolak

(BİANET.ORG – Bircan YORULMAZ – 26.2.2017)