“Baflı Napolyon Pantazi’nin Avustralya’ya uzanan hayatı...” (1)

Sevgül Uludağ

“Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Hikayeler” başlıklı internet sayfasını yaratan Avustralya’dan çok değerli arkadaşımız, akademisyen-grafik sanatçısı-araştırmacı yazar Konstantinos Emmanuelle, Baflı Napolyon Pantazi’nin hatıralarını kaleme aldı.

Konstantinos Emmanuelle arkadaşımızın bu yazısını okurlarımız için özetle derleyip Türkçeleştirdik... Baflı Napolyon Pantazi’nin öyküsü şöyle:

***  Napolyon Pantazi, Baf’ın Ktima kentinde (“Kasaba” – S.U.) dünyaya gelmişti. Babası Neofitos ile annesi Paraskevu’nun altı çocukları vardı. İlk evlatları Dimitri 1928’de, kızları Eleni 1930’da, Napolyon 1931’de dünyaya gelmişti. Paraskevu, Kostas ve Yangos adlı iki oğlan daha dünyaya getirmişti fakat onlar 1930’lu yıllarda bölgeyi etkisi altına alan bir salgında çok küçük yaşta ölmüşlerdi. 1936 yılında ise Agnes adını verecekleri ikinci kızları dünyaya gelecekti...

***  Napolyon’un babası Neofitos Pantazi, Petra (Solya Petrası) köyünde 1900 yılında dünyaya gelmişti. Petra ya da Taşköy, bir zamanlar Kıbrıs’ta karma bir köydü – şimdilerde burada kimsecikler yaşamıyor ve neredeyse tümüyle yok edilmiş bir köydür...

***  Birinci Dünya Savaşı esnasında, Neofitos Kıbrıs Katırcılar Birliği’ne katılmış ve öncelikle Yunanistan’ın kuzeyinde Selanik kentinin hemen dışına konuşlandırılmıştı... Burada katırların çektiği bir arabayla Osmanlı Türk askerlerine karşı savaşmakta olan İngiliz askerlerine yiyecek ve malzeme taşıması ve sonra da yaralıları ve ölüleri toplayıp üsse dönmesi beklenmekteydi kendisinden. Neofitos, Katırcılar Birliği’ne katıldığında henüz 17 yaşındaydı. Katırları idare etmeyi biliyordu çünkü babası Pantazis Luka’nın ailelerine ait çiftliğinde katırları vardı. Savaş sona erdiğinde Neofitos Kıbrıs’a dönmüş ve adada bir polis olarak yetiştirilmişti. Polisteki ilk atının adı Varnava idi ve ikinci atının adı da Bianca idi... Her iki atı da beyaz renkteydi...

***  1927 yılında Neofitos Pantazi, Paraskevu Dimitriu Kuti’yle evlendi. Paraskevu’nun annesi Neahoryo köyündendi. Ailesi bu köyde kuşaklar boyunca çoban ve çiftçi olarak yaşamışlardı. Zeytin, incir ve harnıp ağaçlarıyla dolu bahçeleri vardı. Paraskevu’nun babası ise Druşa yakınlarındaki İnya köyündendi...

***  Napolyon Pantazi’nin yiyeceklere yönelik aşkı çok küçük yaşlarda başlamıştı, annesinin bulduğu birkaç yerel malzemeyle tam bir ziyafet hazırlamasını izlerken olmuştu bu... O günlerde insanlar ihtiyaçları olan tüm yiyecekleri neredeyse tümüyle kendileri yetiştirmekteydiler. Balık pek çok aile için lüks bir yiyecekti fakat Napolyon’un ailesi haftada iki defa balık yiyordu çünkü babası polis memuru olarak iyi bir maaş almaktaydı. Pek çok köylünün de tavukları, alinaları, keçileri, tavşanları vardı – belki bir de domuzları olurdu, bunu Noel zamanı kesip sufla, şeftali, sosis gibi yiyeceklerin yapımında kullanırlardı.

***  Köyde durumu daha zengin olan insanlar haftada iki defa kasaptan et satın alırlardı. Ancak o günlerde buzluk olmadığı için insanlar etlerini bir tel dolapta muhafaza ederlerdi, tel dolap yerden yüksekte, mutfakta havada asılı durumda tutulurdu. İnsanlar ayrıca kendi hellimlerini ve norlarını keçi sütünden yaparlardı. Napolyon annesinin ve ninesinin kış aylarında doldurulmuş incirler hazırladıklarını ya da ocakta kestane kebap ettiklerini veya kızgın kömürler üzerinde zeytin kebabı yaptıklarını hatırlıyor. Kıbrıs’ta köyde büyürken, yiyecek köy hayatının ruhuydu... “Annem harika bir aşçıydı” diye hatırlıyor Napolyon... “Aynı şekilde tüm giysilerimizi de o dikerdi... Annem büyük bir sepette ipek böceği de yetiştirirdi, bu da tavandan asılı dururdu ve benim işim de onlara dut yaprağı yedirmekti... Onların yaprakları yerken çıkardıkları sesi duymayı severdim. Benim için müzik gibiydi bu...” diyor.

***  Bir polis memuru olarak Napolyon’un babası Neofitus’un uzun saatler boyunca çalışması gerekirdi, kimi zaman günde 18 saat ve haftada yedi gün çalıştığı olurdu. Baf kazasında çıkan anlaşmazlıkları yatıştırmak üzere uzak yerlere gitmesi de gerekmekteydi... Napolyon babasının her zaman temiz biçimde traş olmuş ve pırıl pırıl, tertemiz polis üniforması giydiğini hatırlıyor. Neofitos, her birkaç senede bir başka bir köye tayin edilmekteydi, böylece Napolyon ve ailesi sürekli taşınmaktaydılar. Druşa’dan Amarget köyüne, oradan Poli’ye, sonra Kukla köyüne, oradan Panaya köyüne, Kelokedara’ya ve Lissos’a taşınmışlardı...

***  “Her üç senede bir atımızı ve arabamızı yükler ve Baf’ın başka bir köyüne doğru giderdik” diyor Napolyon. “Benim en sevdiğim köy Lissos oldu. O günlerde artık bir ergendim ve köyün ne kadar güzel olduğunu hatırlarım. O köytde tanıştığım oğlan çocukları, ömür boyu arkadaşım olacaklardı. Paul Savva en iyi arkadaşımdı ve ileriki yıllarda bir gün Avustralya’nın Darwin kentinde, ben de onun düğününde gumbarosu olacaktım...”

***  Napolyon ilkokula ailesi henüz Druşa köyünde yaşarken başlamıştı. İlkokula başladığında yedi yaşındaydı. İlk dört sene Rumca, sonraki seneler de İngilizce öğrenmeye başlamıştı. İlkokul öğrenimi köyden köye aşınmaktaydı, babasının tayin edildiği yere bağlıydı nerede okula gideceği... Napolyon, Kasaba’da (“Ktima) ortaokula başlamıştı, hafta içerisinde Andronikos Komodromu ailesiyle kalıyordu. Ailesi Komodromular’dan ayda bir liraya bir oda kiralamışlardı. Haftada bir annesi Napolyon’a yiyecek ve öte beri gönderiyordu.

***  Liseyi 1948’de bitirdikten sonra Napolyon, babası gibi polis olmayı hedefliyordu. O günlerde babası ayda 40 lira kazanmaktaydı, Napolyon bu paranın altın madeni paralarla ödendiğini hatırlıyor. İyi bir meslekti bu. Ancak Napolyon henüz Polis Akademisi’ne yazılmadan önce Avustralya’dan bir mektup gelecek ve bu da planlarını ve tabii hayatını sonsuza kadar değiştirecekti. Mektup, Darwin’den, Kleopas Stilyanu’dan geliyordu ve Napolyon’un ablası Eleni’yle evlenme isteğini dile getiriyordu. Kleopas, ailelerinin tanıdıklarıydı ve İkinci Dünya Savaşı ardından Avustralya’ya ilk göçetmiş olan Kıbrıslırumlar arasındaydılar.

***  Napolyon, kızkardeşine Darwin’e kadar eşlik etmeye ve onu başı gözü sağ biçimde Kleopas’a götürmeye kadar verecekti. 1951 yılının Ocak ayında Kıbrıs’tan Kahire’ye doğru bir charter uçakla uçtular. Kahire’de daha büyük bir yolcu uçağına bindiler – “Constellation”dı bu uçağın adı ve üç gün sonra da Avustralya’nın Darwin kentine vardılar. Bu uçuş, 150 liraya malolmuştu – bu parayı denkleştirmek için Napolyon’un babası bir akrabalarından borçlanmıştı... Napolyon, kızkardeşi evleninceye kadar Darwin’de kalmaya karar verdi. Lefkoşa’da Polis Akademisi’ndeki öğrenimine başlamak üzere Kıbrıs’a dönmeden önce babasının borçlarını ödemeye yarayacak kadar para kazanmak üzere iş bulmak istiyordu şimdi Avustralya’da. Ancak bir kez daha 19 yaşındaki bu genç için hayatın başka planları vardı...

***  1950’li yılların başlarında Darwin, Avrupa’dan yeni gelen herhangi biri için hem uzak, hem de biraz ürkütücü bir yerdi. Savaştan sonra Darwin’deki bazı yerliler, göçmenlee karşı ırkçı görüşler taşımaktaydılar. İkinci Dünya Savaşı ardından tuhaf koşullarda buraya gelen Kıbrıslırumlar’dan oluşan ufak bir nüfus zaten bu kentte bulunmaktaydı. Kleopas Stilyanu, Peter Sirimi ve Savva Hristodulu o günlerde uçakla Kıbrıs’tan ayrılmışlar ve Avustralya’nın güneyine gideceklerini sanmaktaydılar. Ancak Darwin’e vardıklarında yolculardan uçağın yakıt nakli yapabilmesi için aşağı inmeleri istenmişti. Uçak kalkışa hazır olduğu zaman da Kıbrıslırumlar’ın tekrardan uçağa binmelerine izin verilmemişti. Bir havaalanı yetkilisi onlara “Burası Avustralya’dır gardaşlar, ancak buraya kadar gelebildiniz. Adelaide kentine gitmek isterseniz, bu size 30 papel daha fazla ödemeye patlayacaktır...” Ancak hiçbirinde 30 lira yoktu, böylece Darwin onların nihai destinasyonları ve gelecekteki evleri olmuştu...

***  Darwin’e geldikten hemen sonra Napolyon’un kızkardeşi Eleni, Kleopas Stilyanu ile evlenecekti. Napolyon’un düğündeyken Kleopas’ın gumbarosu Paul Kanaris’in kızı olan genç kız dikkatini çekecekti... Adı İrene idi ve birkaç yıl sonra Napolyon’un eşi olacaktı bu kız ama bunu daha sonra aktaracağız. Kısa süre sonra Napolyon, Darwin Hastanesi’nde her işe koşturtulan bir yardımcı olarak iş bulmuştu. İngilizce’yi okuyup yazabilmesi büyük bir avantajdı. Napolyon’un patronu Tom Flynn adlı bir İngiliz’di ve ona “Paul” demeye karar vermişti çünkü bu kulağa daha az “yabancı” gibi geliyordu. “Paul” ismi, Napolyon’a yapışıp kalacaktı. Böylece Napolyon, artık “Paul” olarak bilinecekti.

***  Tom Flynn, Paul’e (Napolyon’a) ve diğer göçmen işçilere karşı sık sık eşek şakaları yapmaktaydı. Sıcak bir gün Tom, Paul’dan çinkodan yapılmış bir ahırda bulunan bir dipfrizden birkaç soğuk bira getirmesini istemişti. Paul, dipfrizin kapısını açtığında soğuk bira şişelerinin yanında bir ölünün bedenini bulacaktı... Tom aslında Paul’u kandırmış ve onu hastane morguna göndermişti! “Seni gidi p...ç!” diye düşünmüştü Paul. Patronu ise gülmüş ve ona soğuk bir bira vermişti fakat Paul, birayı almayı reddetmişti.

***  Paul ve bir düzine kadar işçi, Darwin Hastanesi’nin arkasındaki kulübelerde yaşıyorlardı. Günde üç öğün yemek yiyorlar ve giysileri de yıkanıyordu. Bir süre sonra Paul’un patronu Tom, bir grup Aborijin’i onunla çalışmaya verdi. Paul büyülenmişti çünkü o güne kadar hiç Avustralya yerlilerini görmemişti... Çok esmerdiler ve göğüslerinde de kalın yara izleri vardı... Onlara Rumca öğretmeye çalıştı ancak bunda pek başarılı olamadı...

***  Paul, Darwin Hastanesi’nde haftada dokuz lira kazanıyordu. Gene da bu para babasının borçlarını ödemeye yeterli değildi, o nedenle bir arkadaşının doğrultmacı dükkanında ikinci bir iş daha yapmaya karar verdi. Akşam 5.30’da hastanedeki işinden çıkıp doğrudan doğrultmacıya gidiyor ve orada da geceyarısına kadar çalışıyordu. Günde 18 saat çalışıyordu, pek az uyuyor, pek az dinleniyordu... Darwin sıcak ve toz toprak içinde bir kentti ancak Paul, yavaş yavaş buraya alışıyordu. Bir yıl kadar sonra, borcunu ödeyecek kadar para kazanmış durumdaydı.

***  1952 yılının yaz aylarında tatil dönemi gelince, Paul ve üç arkadaşı (Kostas Gabriel, Anastasios Stilyanu ve Dimitris Kleanthu) cömert tatil paralarını aldıktan sonra Avustralya’yı gezip görmeye karar vermişlerdi. Otobüsle Kuzey Toprakları’na, Alice Springs’e, sonra trenle Adelaide ve Melburn’a gideceklerdi. Hayatlarında yaptıkları en uzun yolculuktu bu, Kıbrıs’tan Avustralya’ya geldikleri süre kadar bir süre tutmuştu. Avustralya’nın ne kadar büyük bir yer olduğuna, henüz insanların yaşamadığı onca yer olmasına çok şaşırmışlardı. Düz ve çorak yerlerdi bunlar daha çok ancak tropikal yerleri de vardı, bataklıkları da, çölden sık ormanlara kadar büyük bir çeşitlilik gösteriyordu.

(TALES OF CYPRUS’ta yayımlanan Konstantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).


Napolyon ve Rene'nin düğün günleri... Sene 1957...


Napolyon ve Rene'nin Darwin'deki ilk evleri... Sene 1962...

(Devam edecek)