BAF VE MARAŞ’TAN HATIRALAR…

Sevgül Uludağ

Bu Kıbrıs’tan bir Dr. Şevki Lüzinyan da geçip gitmişti…

ULUS IRKAD
Onu ilk defa Baf’ta 1969 yılında Yıldız Otel önünde görmüştüm. Otel dediğim de öyle büyük bir otel değildi zaten. En altında bir kahvehane ve bir  diskotek olan, üzerinde de belki de en az sekiz küçük odası olan iki katlı bir binaydı sözü edilen. Ama o zamanki şartlarda Baf’ın mahrumiyetini ve de 1963-64 yıllarından kalan yokluklarını bilen benim gibi eski Baflılar için, bu yine de Bafımızın küçücük bir oteliydi. Ve Baf Türk enklavının 1963 sonrası tek ve  en büyük oteliydi bize göre Yıldız Otel. Asıl sahibi ise Fransa’ya 1920’li yıllarda gidip yerleşmişti ama oteli akrabalarından olan (Eski Baflılardan Selçuk Çavuşla Adnan Zaptiye’nin kardeşleri-şimdi her ikisi de artık rahmetli oldular) merhum eski emekli öğretmenlerden Himmet Efendi çalıştırmaktaydı. Otel’in gerçek sahibi, 1962 yılında ölmüş Mazlume Hanım’ın oğlu Tahsin Adam’dı. Tahsin Adam ayrı bir konu. Onu da yazmak isterim sizlere. Türkiye’de belki de İstiklal Savaşı sırasında, Mülkiye okuyup daha sonra Fransa’ya gidip yerleşmiş ve Fransız Devlet Başkanı Pompidu’nun danışmanlığını yapmış bir aydındı Tahsin Adam. Dediklerine göre harf İnkilabı’nı Kıbrıslıtürkler’e tanıtan gönüllü gençlerden biriymiş 1920’li yıllarda. Fransa’da ismi neydi onu bilemeyeceğim ama UNESCO’nun da kurucularından olduğu söylenmektedir. Ben Tahsin Adam’ın varlığını 1970’li yıllarda öğrenirken onun 1990’lı yıllarda Aşağıki Baf’ta bir Otel sahibi olduğunu ve o oteli de  işlettiğini 1974 sonrası mahalleme yerleşmiş Kıbrıslırum sakinlerden öğrenecektim. Ve o Kıbrıslırum mahalle sakinlerinin söylediklerine göre oldukça ihtiyarlamış, uzunca boyu eğilmiş, doksanlı yaşlarda bir ihtiyardı artık o yıllarda. Herneyse konum Tahsin Adam değil… Dr Şevki Lüzinyan’dı.

Evet onu ilk kez 1969 yılında tanıdım. 12 yaşındaydım ve enklavlardaki sıkıntılar, gençlerin Londra’ya gitmesini de kamçılamaktaydı aslında. Enklavlarda geçerli olan meslek dalları arasında her zamanki gibi birkaç memurluk, yapıcılıktı (o da her zaman değildi, genelde yapıcılar da Rum tarafında iş bulurdu).

Galiba eve doğru gidiyordum ki büyüklerin kendi aralarında konuştuklarını duymuştum.

-Doktor Şevki Lüzinyan Baf’a geldi….

Kimdi bu Şevki Lüzinyan? Adı niye acayipti? Yoksa yabancı mıydı? Yoksa asil bir yabancı adam mıydı? Lüzinyan Hanedanlığı’ndan olması da kuvvetle muhtemeldi. O dönemlerdeki çocuk bilgimle kafamda soruşturmaya başlamıştım  Lüzinyan ismini. Çok geçmeden onu Yıldız Otel’in basamaklarında odasına çıkarken görecektim. Biraz uzunca boylu, sarışın (Gerçekten Fransızları andırıyordu), yaşı altmışlarda gösteren bir adamdı. Sonra dedem Hamza Erdoğan’ı gördüm. Ona bu adamın kim olduğunu sordum. Bana, onunla, 1930’lu yıllardan beri arkadaşı olduğunu ve Dr İhsan Ali Baf’a doktor olarak geldiğinde onun da İngiltere’den gelerek Bandabuliyo (Çarşı) Bölgesi’nde klinik açtığını, çok başarılı olup kısa zamanda isim yapmaya başladığını söyledi. Daha sonra İngiliz Hükümeti’nin onun doktor diplomasının sahte olduğunu ortaya çıkardığını, tutuklanarak sahtekarlık suçundan hapis yattığını ve kliniğinin de kapatıldığını söyledi. Çok ilginç bilgiler de verdi bana dedem Hamza Erdoğan:

-Şevki aynı zamanda Lüzinyan soyundan geldiğini ve Kıbrıs’ın da tapusunun kendisine ait olduğunu iddia ediyordu. Bu yüzden 1950’lerde önce İngiliz Hükümeti’ni daha sonra da 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’ni dava etmiş ve bu davanın 1970’li yıllara kadar devam ettiğini iddia ediyor, demişti bana.

Bu arada Kuzey Irak’ta petrol kuyularında da hak iddia etmekte ve Kürt lider Barzani’yi de oralardaki petrol kuyularından ötürü hakkı olduğundan dolayı, 1970 yılında, dava ettiği söylenmekteydi. Dedem tabii ki bu konuları bana anlatırken espritüel tavırlar alarak Şevki’nin bu ilginç davranışlarını mizahi yönden anlatmaktaydı. Tabi Lüzinyan’ın 1969 yılında Baf’a Londra’dan gelmesiyle evlerde başka olaylar da olmaya başladı: Birçok genç Londra’ya kapağı atmak için Lüzinyan’ın da izniyle, onun oğlu olduklarını iddia etmek için soyadlarını “Lüzinyan” olarak değiştirmek istiyordu. Hatırladığım kadarıyla gençleri bu şekilde çelen ve onların zaten varolan Londra imajını da birazcık tahrik eden kendisiydi. Ve enklavlardaki sorunların nereden kaynaklandığıyla, gençlerin arzularını da hemen öğrenmişti. Başka kazalarda da aynı olaylar olduğuna göre Lüzinyan bu işi epey yaymıştı. Amacı veya hedefi neydi bu ihtiyar adamın? Onu hala daha bilmiyorum. Acaba bu gençleri oradaki fabrikalarda ucuz işgücüne çalıştırıp kendi de bir kazanç peşinde miydi? Kesin olarak bugün bile bilmiyorum.  Kısa zamanda soyadını Lüzinyan olarak değiştirip Londra’ya kapağı atmaya çalışan birçok genç olmuştu. Hatırladığım kadarıyla bunlardan bazılarının soyadları da şöyle okunuyordu pasaportlarında: “Ferhat Lüzinyan, Turgay Lüzinyan” v.s. gibi... Tabii bu işe karşı çıkıp oğlularının Lüzinyan soyadı almaması için baskı yapan aileler de yok değildi. Ama bir gerçek de şuydu: Bu seks dolu açık hikayeler, enklavların içindeki gençler arada sırada Londra’dan gelip de ağızlarının suları akarak  oradaki ezilmeyi ve sömürüyü göz ardı eden, ama oradaki İngiliz kızlarının seksiliği ve Kıbrıslıtürk gençleriyle  sevişmeleri hikayelerini anlatıp,  bu kızların bizimkilerin yakışıklılıklarına bayıldıkları ile kabaran arzularına bir yenisini katıp, bunları anlatınca cinsel doyumsuzluk çeken Baf Kıbrıslıtürk gençleri de, bunları duydukları anda kabaran göç arzularıyla, 1963 yılından beri muhasara ve baskı altında olup hatta maddi ihtiyaçları ve cinsel ihtiyaçları olan bu gençleri bu sohbetler deliye döndürüp, onları iple bağlasan durduramayacak duruma getirirdi. İşte onu, böyle bir sosyal hayatın olduğu Kıbrıs’ın Baf kentinde bir yaz günü tanımıştım. Oğlularından birkaçı da Londra’ya kapağı atmaya çalışan komşumuz Ayten Abla’nın bir oğlu da, soyadını değiştirip bu maceraya girmek isteyince, öfkelenen Ayten ablamızın bağırışlarını şimdi bile duymaktayım.

Dedem onun için bana şu ilginç bilgileri de vermişti. “Çok ilginçtir İngiliz hükümeti onu sahte bir doktor olarak tevkif etmesine rağmen o çevrede başarılı bir doktor olarak tanınacaktı. Koymuş olduğu teşhisler de gayet doğruydu. Belki sahte bir diploma göstererek doktorluğa başlamıştı ama başarılı bir doktordu. Zaten başarılı olması da dikkatleri üzerine çekmişti…”

Bu olaylardan sonra onu Baf’ta artık pek göremedim. Ama 1974 sonrası Kuzey’e geçince birkaç defa Cumhurbaşkanlığı’na adaylığını koyduğunu ve pek tabi ki çok az oy alarak Sayın Denktaş’ın karşısında seçimleri kaybettiğini de gözlemledim. Lüzinyan soyundan geldiğini iddia eden bu adam bakın işte 1974 yılından sonra cumhurbaşkanlığı aday broşürlerinden birinde şunları yazıyordu:

“BAĞIMSIZ DEVLET BAŞKANI ADAYI

Saygıdeğer Kıbrıs’ın Sahibi Halkıma ve Onu Sevenlere Öğüdüm,

Ben sekiz yaşımı idrak ederken Urfa ve İzmir’de koyu Meşrutiyetçi olarak tanınan babam ailemle birlikte Sultan Hamit tarafından Kıbrıs’a sürüldük, Meşrutiyet ilanından sonra Meşrutiyet madalyası takma törenine babamla katıldım. Fas, Cezayir ve Tunus verilirken bu olaya gözyaşlarımla şahit oldum. Trablus hezimetinde yaslara büründüm, Balkan harbi faciatına şahit oldum. 1 inci Cihan harbini bütün safahatıyla takip ve istiklal Harbini müteakip Lozan Muahedesinin yapılmasında hazır bulundum. İkinci Cihan Harbi’nde Kızıl Haç’ın yardımına çağrıldım önce 12 adalardaki Türkler’in iaşe işleriyle daha sonra beş yıl bütün 12 adaların sorumlusu olarak görev yaptım. Kıbrıs olaylarının her zaman içinde bulundum ve Londra’daki hareketlerin başında bulundum. Londra ve Zürih anlaşmalarının yapılmasında en büyük rolü oynadım. 1959 tarfihinde Kıbrıs’taki Türk toplumunun haklarının korunmasını sağlamak ve Kıbrıs’ta bir Türk toplumunun varlığını kabul ettirmek için Paris’teki Türk elçinin de, Büyükelçi Namık Yolka’nın düzenlediği toplantılara katıldım ve daha sonra Fatin Rüştü ile Zürih’teki görüşmelere katıldık. Londra’da yapılan 23 Nisan toplantısında halkı daha sonraki toplantılara katılmasını temin için ve Kıbrıs olaylarını yakından takip edip yaşatmaları için para ve hediyeler dağıttım. Doğuştan beri ben sizinle yani Kıbrıs’ın Türk evlatlarıyla beraberim, sizlerden ayrılma niyetim yoktur. Hızımı ve kuvvetimi sizden alırım…Kıbrıs’ta demokrasinin mevcudiyetini ispat edip seçimleri yaptırmak için yazılarımla “Haydi ileriye seçim isteriz” fikrini ortaya attım ve kısa bir süre sonra partiler kurulmaya başladı, bu teşviklerimin işe yaradığını görmek beni bahtiyar kıldı. Kıbrıs’ın endüstriyel bir haline gelmesini temin etmek için İngiltere, Almanya, Mısır, Irak ve Türkiye’deki tüm imkanlarımı seferber etmeye hazırım ve halkımın refahı için her şeyimi harcayacağım.

Kahraman ve saygıdeğer KIBRISLI halkım, Devlet Başkanlığı arifesinde ağrılarınızı deva, yaralarınıza saygı; yoksulluğunuza yar olacak, tarihten yadigar kalan ömrü boyunca politika içerisinde yaşamış yaşlı bir politikacı olarak sizlere hizmete hazırım. Son Kıbrıs olaylarında casus diye yakalandım ve önce Amiyando’da daha sonra sınır üstünde 23 gün tutuldum. Barış Harekatı sonunda özgürlüğüme kavuştum. Eskisi gibi halkıma hizmete hazırım.

AMACIMIZ

  1. Eşsiz Atamızın “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” düsturuna uyarak

VAZİFELERİMİZ

A.      Türkiye ile olan bağlarımızı kuvvetlendirmek ve Anavatanın yardım ve desteğini temin etmek.

B.      Hiçbir şarta bağlı olmadan göçmenlere ev ve mülk dağıtmak.

C.      Bütün soydaşlarımızın hayat seviyesini yükseltip günün koşullarına ayak uydurmak.

D.      Tarım işlerine önem vererek üretimi artırmak.

E.       Bütün sağlık hizmetlerini halka bedava sunmak.

F.       Pedagojik usullere uygun tahsil yaptırıp faydalı elemanlar yetiştirmek.

H.      Her vatandaşa iş temin etmek ve emekliye huzurlu bir hayat yaşatmak. İ.       Öğretmen, polis ve memuru hayat seviyelerine ve işlerine göre tatminkar maaş ödemek.

J.     Memleketin gelişmesi için sanayi ve ticarete önem verip, adaleti sağlamak.

K.       Evkaf mülkiyeti ve hizmetlerini tanzim etmek.

L.      Son olarak şimdiki Ecevit hattını kaldırıp arada hat olmayan tüm Kıbrıs üzerinde bir Türk    devletini kurmak için çalışmak.

Sayın Vatandaş,

Her türlü ferdi, insani haklarınıza sahip çıkarak sizleri mutlu yarınlara ulaştırmanın hazırlığı içerisindeyim. Sizlere hizmet için bütün maddi ve manevi imkanlarımı memleketimizin sosyal, endüstriyel ve ticari aşamaları uğrunda harcamaya karar verdim. Bu nedenle K.T.F. Devleti Başkanlığı’na Bağımsız adaylığımı koymuş bulunuyorum. Takdir sizindir.

HEDEF;

1.       Her aileye bir ev;

2.       Çocuğa bakım;

3.       Gence tahsil ve iş;

4.       Emekliye hayat

5.       İhtiyara saadet;”

Lüzinyan’ı en son nerede mi gördüm? Dedem Hamza Erdoğan’ın Girne çıkışındaki evinde. Artık oldukça ihtiyarlamıştı. İngiliz Hükümeti’nden de bir emekli maaşı vardı. Akrabalarının yanında kalıyordu ama onlara yük olmak istemiyordu. Yakında Huzuevi’ne gideceğini söylemekteydi. Sonra gitti herhalde. Ben 1980 yılında askerdeyken zaten dedem de ölmüştü. Arkadaşlıkları 1930’lu yıllarda başlayan bu iki insan da çekip gittiler dünyamızdan. Lüzinyan Hanedanlığı ve Meşrutiyetçi bir baba… Hala daha düşünüyorum. Acaba Dr Şevki Lüzinyan’ın Doktorluğu gibi bu iddiaları da doğru değil miydi? Doğru olmayabilir ama aramızdan ilginç bir Kıbrıslı olarak göçüp gitti. Keşke diyorum onunla daha iyi sohbet edebilsem, onunla daha fazla temasım olsa da hayat hikayesini öğrenebilseydim. O da ilginç bir Kıbrıslı’ydı. Hem de en uzak kentlerimizden Baf’tan bir tipti.

Bu Kıbrıs’tan bir Dr. Şevki Lüzinyan da geçip gitmişti…


MARAŞ’TAN HATIRALAR…

“Bir yol hikayesi… Mia İsdoria Dromou…”

Ertan İNCE
Dün Mağusa ile beraber 46 yıldır kucak kucağa yatan Maraş (Varosha) cesedinin bir bölümünü eşimle birlikte ziyaret ettik. İçim acıdı, içim düğümlendi, yanımdan geçen Maraşlı Rum vatandaşları gördüğümde utandım, başım öne eğildi…

Kennedy Caddesi’nde (Maraşın kıyı caddesi) yürürken, gözlerim 48-50 yıl öncesine daldı… Arka bölümünde tenis kortu da olan bir otelin yanından geçerken Hüseyin Puşkası (Hüseyin Ökçün), bir eliyle velesbitini (bisikletini), bir eliyle kortun tellerini tutmuş, yabancı oldukları her hallerinden belli iki güzel hanımın tenis maçını izlerken görür gibi oldum… Biz 16-17 yaşında 4-5 arkadaş grubu Mağusa suriçinden çıkmış, Maraş’ta gezinirken görmüştük Hüseyin dayıyı. "Napan be Hüseyin dayı, gızları izlen?" "Aha görürüm genneri, ama ne güzel oynallar yahu." "Yaaa… Vallahi gızlar da güzel ama ha… Vay be" Arkadaş grubumuzun içinde en samimi arkadaşlarımızdan biri de Hüseyin dayının oğlu Ahmet Hüseyin (Ringo) idi. Hüseyin dayı MTG’nin de eski futbolcularındandı… Daha sonra büyük oğlu Ömer Ökçün de o yıllarda aynı formayı giyiyordu…

Arkadaş grubu olarak caddenin güneyine doğru yol alırken, sağ tarafta köşebaşındaki bir apartman altındaki barda, o yıllardaki sayılı ilerici, solculardan Kadri Balıkçıoğlu abimiz bar sandalyesinde oturmuş bira içiyor. Geçip sesleniyoruz. Bizi barmen Rum arkadaşıyla tanıştırıyor ve bizlere de ısmarlıyor. Belli ki Barmen arkadaş da ilerici, solcu bir Maraşlı Rum… Demek ki "En iyi Türk ölü Türk" sözünü tüm Rumlar söylemiyormuş. Bizi de insan ve kardeş gibi görenler varmış. Bu düşünceler, gençlik çağına ilk adımları attığımız o yıllarda hafızamıza ağır ağır yerleşmeye başlıyordu… Dün gezerken "PUB HOUSE" diye bir yer gördüm. Hafızam beni yanıltmıyorsa işte o yer burası idi… Genç denilen yaşta yitirdiğimiz Kadri abimizi de rahmetle anmış olayım.

Özellikle 1968 yılından sonra, ortam da bayağı yumuşamaya başlayınca Deve limanı (Maraş plajı) artık öncelikli plajımız olmaya başlamıştı. 1963-68 arası kayalık Karakol plajı (yine de güzel plajdı) artık ikinci sıraya düşmüştü. Velesbitlerimizle bu caddeye gelip, iki otel arasına park edip, plaja dalıyorduk. Her yıl daha da yoğunlaşan turistleri izleyip önce göz banyosu yapıyor, daha sonra da kendimizi altın kumlu plajın berrak sularına atıyorduk.

Yolun henüz açılmamış bölümü içerisinde, deniz kenarında bir diskotek vardı. Bambo Diskotek. Yıl 1974 lise son sınıftayız. Arada birkaç kez takıldığımız bir mekan olmuştu. Sınıfta 3-5 arkadaş bir araya gelip: "Yarın akşam Bambo’ya gidiyoruz ama başka birine söylemeyin ha…Tamam mı, tamam." Cumartesi gecesi gidince bir de ne görelim, bütün sınıfın erkekleri hep orada… Genellikle 4 mil ve Dikelya İngiliz Üssü’nden gelen İngiliz kızları, erkek arkadaşlarıyla oynayıp sevişirken, 10-15 tane genç de sigara tüttürüp kendimizi adam zannedip seyir kaçırıp tatmin oluyorduk.

Yine bu caddenin açılmamış bölümünde ve yolun sonunda kalan, aynı zamanda İngiliz kraliyet ailesinin de büyük hisse sahibi olduğu söylenen, o yıllarda Kıbrıs’ta yapılmış olan en büyük otel olan GOLDEN SANDS otel. Yıl 1972. Otel inşası başlamış devam ediyor. Yaz tatilinde biz de arkadaşlarla müracaat edip işçi olarak inşaata alındık. Aylardan Temmuz’du. Sabah erken kalkıp, velesbitlerimizle en az 6 km. yol katedip şantiyeye varıyoruz. Ben ve Süleyman Kanatlı otelin ana binasının hemen güney kısmında yer alan iki katlı 10-12 tane bloğun yer aldığı Moteller bölümde çalışıyoruz. Bizim tarafta çalışanların büyük çoğunluğu, Lefkoşa’nın Eylence (Aglanzia) köyünden, her gün 2 otobüsle gelen Kıbrıslırum işçi ve ustalardı. Eylenceli iki ustabaşımız vardı. Biri Andreas isminde, Türkçe de konuşabilen babacan bir şahıstı. Diğeri biraz esip kesen cinstendi. Bizim yakınımızda çalışan yaşlı bir usta ile ona çıraklık yapan 8-10 yaşlarında Sotiri isimli, mavi gözlü, kıvırcıkımsı saçlı bir çocuktu. Bir de zihnen biraz donukca, herkesin takıldığı Paraskevi isimli ileri yaşlıca birisi vardı. Yakın blokta, yanındaki 1-2 kişiyle tesisat işleri yapan, uzun saçlı, boylu bir palikari (delikanlı) arada bir bize laf kondurup "Kelle goltuk vre, kelle goltuk vre" diye seslenirdi. Tabii biz gülüp geçerdik de bize pek de sempati ile bakmadığı her halinden belliydi. Yakınımızda yaşlı adamcığın yanında çalışan Sotiri, devamlı surette eline geçirdiği alçı parçasıyla duvarlara "OMONIA", "AKEL" gibi kelimeler yazardı. Politik bilincimiz pek fazla olmasa da, Eoka'cılar dışındaki Rumlar’ın büyük çoğunluğunun bizlere büyük oranda düşman gözüyle bakmadıklarını biliyorduk. Arada bir Sotiri ile Tarzanca, el kol işaretiyle konuşurken birbirimize "Biz gardaş re, biz tamam, biz iyi" "Amerika, İngiliz ekso (dışarı)" diye sohbetlenir, birbirimize son derece sempati duyardık... Bizim Süleyman Kanatlı arada bir el arabasının içine gömülüp şekerleme yapardı. Ustabaşlarını gördüğümde kendisine seslenir, işinin başına dönerdi. Bir gün yine bizimki şekerleme yaparken ustabaşı Andrea ansızın bitiverdi: "Noldu re, akşam uyumadı?" dedi. Bizim Süleyman "Başım ağrırdı" falan, birşeyler söyledi. Çok sürmedi, bir müddet sonra bizlere yol göründü.

2003 yılında kapılar açılınca, bir gün, Lefkoşa suriçinin güneyindeki Bandabuliya'ya (Pazar yeri) uğradım. Orda bir kasap dükkanına girdim. Çata pata konuşurken nereli olduğunu sorunca Eylenceli olduğunu söyledi. Kendisine Andreas’ı tarif edince, hem kasap, hem eşi onu tanıdılar, fakat artık hayatta olmadığını söylediler…

Manos Lozious'un "Yol (Dromos)" isimli bir şarkısı var… İçinde "her yolun bir hikayesi var" der... Biz de yola çıktık, nerelere geldik. Sizlerle paylaşmak istedim… Doğrusu ne yollar biter, ne de hikayeleri...”


FOTO: Ertan İnce