“Babam, 14-15 yaşlarındaki bir Kıbrıslıtürk çocuğun hayatını kurtarmıştı…”  - 3 -

Sevgül Uludağ

Kıbrıs’ın güneyinde ve kuzeyinde, son bir haftadan bu yana 15-20 Temmuz 1974’te yani faşist darbe ile 1974’teki savaşla ilgili yaşananlara tepkiler, yorumlar ve duygusal paylaşımlar devam ediyor… Öne çıkan tema ise, “Acıların bayramı olmaz…”

“Kayıp” milletvekili Cengiz Ratip’in bir otobüs dolusu öğrenciyi kurtarması ve bu öğrencilerden hiçbirinin öne çıkarak ailesine bir teşekkür dahi etmeyişi, Cengiz Ratip’in 1964’ten beridir “kayıp” olmasına karşın gömü yerinin hala bulunmayışına ilişkin çeşitli sosyal medya gruplarında yayımlanan “Birbirini kurtaranların hatırlanması”yla ilgili yazımızı okuyan Bir Kıbrıslırum, babasının da zamanında bir Kıbrıslıtürk çocuğun hayatını kurtarmış olduğunu anlatıyor.

“Birbirini kurtaranlar” başlıklı araştırmalarımıza dayalı olarak 2009 yılında Savaşa Hayır Koalisyonu bir etkinlik düzenleyerek Lefkoşa’da ara bölgede, 22 Temmuz 2009’da “Peace Room”da (“Barış Odası”) savaş esnasında birbirini kurtaran ya da birbirine yardım eden Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar’ı onore etmişti. Şimdi bu çerçevede Dimitris Hacıdimitriu arkadaşımız, bizim kaleme almış olduğumuz birbirini kurtarmış olanların hayat hikayelerini tekrardan sosyal medyada paylaşıyor… “Kayıp” milletvekili Cengiz Ratip’in hikayesi de bu çerçevede, “kayıp” edilen ve sonradan bir toplu mezarda kalıntıları bulunan Stroncilo (Turunçlu) muhtarı Stavros Poyrazis’in hikayesiyle birlikte yayımlandı. Poyrazis de, hem 1963’te, hem de 1974’te, köylüsü Kıbrıslıtürkler’in hayatlarını iki kez kurtarmış ancak Sinde’den bazı Kıbrıslıtürkler ile kendi köylüsü bazı Kıbrıslıtürkler tarafından köyden alınarak öldürülmüş ve “kayıp” edilmişti…  Bu Kıbrıslırum, şöyle yazıyor: 

“Sevgili Sevgül, Cengiz Ratip’le ilgili öyküyü bilmiyordum… İnsanların ailesiyle “iletişim” kurmayışından bahsediyorsun ancak bu bölgede genelde pek çok Kıbrıslı’nın mentalitesi böyledir. İnanıyorum ki bazıları için bu bir “vefasızlık” değilken, bazıları için de bir mentalitedir. Pek çok çağdaşımız bunları akıl etmiyor. Örneğin çok iyi bir arkadaşınıza bir şey veriyorsunuz ve ertesi defa buluştuğunuzda, size bir şey söylemesini beklersiniz, “Tamamdı ama biraz daha tuz koysaydın” veya “rengine dikkat edeydin” gibi… Hiçbir şey söylemez oysa!

Her neyse, ben Doktor İhsan Ali’yi hatırlıyorum, zaman zaman sağlık sorunlarım nedeniyle ona giderdik… Nerede olursa olsun – ışıklardadır şimdi – ona müteşekkirim ve çok teşekkür ediyorum kendisine, yalnızca verdiği hizmetler için değil, onun o tatlı gülüşü için teşekkür ediyorum…

Ama sevgili Sevgül, sana bir şey daha anlatmak istiyorum, bir parantez açarak… Kimi zaman kendini kurtaran şahsa teşekkür etmeyen bir şahsa ne olduğunu bilemeyebiliriz.

Sana babamın öyküsünü anlatayım. Bir zamanlar Baf’ın Polem köyünde, 1964 ya da 1965’in yaz aylarındaydı, Dillirga’da olaylar olmuştu, bazı Polemliler öldürülmüştü… Bir akşam titreyerek 14-15 yaşlarında bir Kıbrıslıtürk çocuğu bize gelmişti… Panayır vardı, sanırım panayırdan bir gece önce gelmişti…

Babam ona, “Neyin var oğlum?” diye sormuştu…

“Dayı, beni öldürecekler!”

Babamı Kıbrıslıtürkler tanırdı, Baf’taki çarşıdan ötürü, tarafsızlığını ve genel iyilikseverliğini Kıbrıslıtürkler bilirdi…

Bu 14-15 yaşlarındaki Kıbrıslıtürk çocuğun korkma nedeni, bazı aşırı görüşlülerin,  Dillirga olayları esnasında öldürülmüş olan köylüleri Polemli Kıbrıslırumlar’ın “intikamını” almak istemeleriydi ve gözlerini bu çocuğa koymuşlardı! Böylece babam ve erkek kardeşlerim bu Kıbrıslıtürk çocuğu aralarına alarak yattılar, üç taraftan koruma altına aldılar kendini ve dördüncü taraf da zaten fırınlarla kapalıydı…

Babamlar yüksek sesle bağırarak kimsenin bu çocuğa dokanamayacağını duyurdular…

Böylece bu çocuğa kimse dokanamadı. Babamlar onu korumuştu…

Ancak babam HİÇBİR ZAMAN bu Kıbrıslıtürk çocuğun gelip kendisine teşekkür etmeyişinden ötürü “şikayet” etmedi. Böyle bir şey aklımıza da gelmemişti… Bazan bunu ruhumuzu rahatlatmak için yaparız. Ancak esas olan Kıbrıs hükümetinin barışçıl insanların ortaya koyduğu çabaları TANIMASI gereğidir. Çünkü eğer o çocuklar Kıbrıslıtürk milletvekiline teşekkür etmiş olsalardı dahi, diğer yurttaşlar ancak DEVLET’in teşekkürü olursa bunu öğrenebileceklerdi – çünkü sadece kurtarılmış olan çocuklar bilmemeli bunu… Çünkü böylesi bir eylem, tüm dünya tarafından bilinmeli ve karşılıklı anlayış, saygı ve adamızın çeşitli toplumları arasında birbirini takdire yardımcı olmalıdır…”


Pervin Özgeçen: “Göç eden insanları, salyangozlara benzetmişimdir…”

Pervin Özgeçen, “Çocuk ve göç” başlıklı yazısında şöyle yazıyor:

“Çocukluğumda her şey çok güzel geçiyordu. 6 yaşındaydım ve Küçük Kaymaklı İlkokuluna başlamıştım. Ablamla okula gittiğimiz 21 Aralık günü öğretmenimiz okulun tatil olduğunu evimize dönmemizi söylemişti. Silah seslerini işitene kadar eve neden dönmemiz gerektiğini anlamamıştım. Savaşla birlikte hayatımız değişmişti. Annem hamile ve biz üç kız kardeştik.

Üzerimize üst üste giydiğimiz kıyafetlerle evimizi terketmek zorunda kalmıştık. Komşularımızla birlikte ağlayarak, dehşetle yaya olarak Hamitmandrez’e (Hamitköy) sığınmak için koşuyorduk. Yol boyunca şahit olduğum görüntüler yaşımın kaldıramayacağı olaylardı.

Koşarken sancılanan bir kadının yolda doğum yapması, dilsiz bir kadının bacaklarından vurulması ve işaretlerle çocukları için duyduğu endişeyi ifade etmeye çalışmasına şahit olmuştum. Sığındığımız evde 40 kişiydik. Köylülerin verdiği süt ve ekmek önce çocuklara dağıtılıyordu, çoğu insan çadırlarda barınıyordu. Annemin rahatsızlığı nedeniyle askeri ciple Gönyeli'ye sevkedilmiştik. Köy muhtarı bizlere sahip çıkmış 15 gün evinde misafir olmuştuk.

Zor günler bizi bekliyordu. Artık göçmendik. Taşındığımız evde doğum yapan annemin olduğu odanın köşesinden gökyüzü görünüyor, banyo için de bohçalarla Büyük Hamam'a gidiyorduk. Gönderilen gıda yardımları, karneye bağlanmış, okulda tereyağlı ekmek, süt ve AYKO ayakkabıları dağıtılıyordu. Anne ve babamız olabildiğince iyi bir yaşam kurmuştu bizlere. Toplum olarak dayanışarak, paylaşarak, üreterek, direnerek zor yıllar geçirmiştik.

1977 yılında, 1974 güney göçmeni eşimle tanışıp evlenince yerleştiğimiz evde mübadele nezdinde eşyalarını alıp güneye göçen yaşlı bir aile yaşarmış. Onlar da giderken rahmetlik kayınpederime bahçedeki ağaçlara iyi bakmalarını rica etmişler. Bizlerle tekrar hayat bulan evimizde çocuklarımız-torunlarımızla ağaçlar da büyüdü, bereketlendi.

Bahçedeki su kanallarındaki salyangozlar hep dikkatimi çekmişti. Börtü-böcek ve florasıyla terkedilen yaşam alanları hayat sürerken, göç eden insanları salyangozlara benzetmişimdir.

Dünyanın gözü önünde canlı yayın izlediğimiz savaşlar hala sürerken, mülteci dramları ve çaresiz çocuk bakışları bana hep çocukluğumu anımsatır. Halkların barış içinde yaşadığı çocukların mutlu olduğu bir dünya umudumdur.”

(BEMSA Kültür Sanat ve Spor Derneğinin düzenlediği Kıbrıs Hikayelerinde paylaştığım öyküm ve esinlendiğim "Göç" temalı seramik çalışmam…)


“O, Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum arkadaşlarına göre bir Cengaver’di ve hep öyle bilinecek…”

Ulus Irkad

Aslında 1974 yılındaki durumu tam bir Barış Manço tipiydi. Baf'ın isyankar ve korkusuz çocuğu, yürekli, içi neyse dışı da ayni. Tüm Baf onu bilirdi. haksızlığa ve manasızlığa, bir de basitliğe ve de çağdaş olmayan her şeye karşıydı. Özgürdü... Özgürlüklere düşkündü, hep özgür kalmak isterdi... Saçları omuzlarına kadar gelirdi. Bu yüzden 1968 ruhunu da temsil eder, kendini farklı belirlerdi. Arkadaşlarına sol elini havaya kaldırarak selam verirdi. Mazlumun yanındaydı. Mazlumları korurdu. Bu yüzden 1973 yılında Mandirga Panayırından gelirken Kampa ve Sella otobüste bulunan iki sarhoş İngiliz’i döveceğiz dediğinde "Hade bakalım dokunun üstlerine da görelim" demişti. Otobüste bu karşılıklı atışma ve şakamsı sözlerden güldüğümde de bana "Bayıldın Irgat vallahi" demişti. Bir de saçı uzadığı için askerde sefereberlikte çıkmıştı problem, Sancaktarla. Sonra orada da çözülmüştü sorun. Dedim ya, ne Yunan Sağına ne de Türk Sağına pey vermezdi. Emekten yana, soldan yanaydı. Ecevit dendiğinde de o zamanki şartlarda sol kolunu havaya kaldırırdı. Baf, belli ki plan harici bırakılmıştı. Ecevit'e kırılmıştı. Gene o şakacı ve espritüel konuşmasıyla, "Ecevit bizi Türkeşçi yaptı sonunda" der ve gülerdi. Hatta bazen tepkisini belli etmek için sağ kolunu da kaldırırdı Baf düştüğünde. Buna rağmen mizacının mazlumlardan ezilenlerden yana olduğunu ve bu lafı içten söylemediğini tüm çevresi de biliyordu. O gün yani 14 Ağustos 1974 günü, onu bir arkadaşla tam Mutallo yokuşunun başında abisine giderken gördüğümüzde, "İstersen gel bize gidelim" demiştik. O "Abime gidip orada radyoyu dinleyeceğim" demişti. Türk tarafında da seviliyordu Rum tarafında da. Hatta arkadaşlarının çoğu EDEK'çi sosyalistlerdi. Rum tarafındaki adı "Cengaverdi". O ayakta süren konuşmalardan sonra o arkadaşla ninemlerin kesman olan evine dönmüştük ki ateşler ve bağırmalarla başladı saldırı. Belli ki birilerini vuruyordu birileri. O hengame içinde onu da abisi Erdoğan Çakırla vurduklarını duymuştuk. Olaydan çok sonra gömüldükten sonra yani, Andrikko adlı bir EDEKÇİ Sosyalist Polis, onunla çok iyi arkadaş olduklarını ama o gün Poli'de olduğu için onu kurtaramadığını söylemişti bana ağlayarak. Sonra Marios Tembriotis de anlatmıştı Cengaveri bana...O İsyankardı, 68 ruhunu temsil ederdi. Sol ve emekten yana değerlere saygı gösterirdi. Abisinin Rum tarafındaki petrol istasyonunda çalıştığından dolayı çok da Rum arkadaşı vardı. Adı Mustafa Çakır’dı. Cengaverdi... Baf'ın Baflıların Cengaveriydi. Haksızlıklara hiç gelmezdi. Yıldızlar onun da, ağabeyleri Ali ve Erdoğan Çakır'ın da ebediyyen yoldaşı olsun...”

DEVAM EDECEK