İnsan kendini anlatmayı sever. Hatta belki de en çok buna düşkünüz.
“Ben iyiyim” deriz, “ben dürüstüm”, “ben çok güçlüyüm”, “ben başarılıyım” ve ben, ben, ben diye akar gider yaşamın içerisine daha nicesi…
Olduğunun aksinedir çoğu suretin cevabı ve belki de olmak istediği kişi ya da kişilerdir dile süslü sözlerle “ben” diyerek başlayan her cümle…
Sıfatların ardına sığınarak kendimize bir sahne kurarız.
Ama dikkat edin; çoğu zaman en çok “ben iyiyim” diyen, içinde en derin yaraları saklayan kişidir. En çok “ben dürüstüm” diye ısrar eden, gerçeği örten, kendi içindeki çarpışmalardan en çok kaçandır.
Sosyolog Zygmunt Bauman’ın da dediği gibi; modern insan sürekli “kendini pazarlayan bir vitrin” gibidir. O vitrinde ışıklar parlar ama arka odada karanlık hiç dağılmaz.
Hayat aslında, birbirimizin üzerini örtme çabalarını izlemekle geçiyor. Maskeler, süslenmiş cümleler, özenle seçilmiş kimlikler…
Peki ya gerçek biz?
“Ben buyum” demek ne kadar gereksiz ise; yıllarca “ben şöyleyim, ben şöyle duruşluyum, ben böyle tecrübeliyim”, “ben şöyle güzelim ya da yakışıklıyım”, “şu okullarda okudum”, “ben çok adilim” vs. diye anlatmak da o kadar boş bir çabadır.
Çünkü ayna; dilimizin değil, kalbimizin ve cesaretimizin şahitliğini yapar. Asıl mesele, aynadaki surete bakıp kendimize şu soruyu sorabilmektir belki de:
“Ben kimim?”
Felsefeci Kierkegaard, “İnsanın en büyük trajedisi, kendisiyle yüzleşememesidir” der.
Çünkü yüzleşmek cesaret ister. Örtbas ettiklerimizin, sustuklarımızın, görmezden geldiklerimizin gözlerimize dik dik bakmasına izin vermek zordur. Ama insanın gerçek büyümesi, tam da orada başlar.
Belki de asıl mesele “başkalarına nasıl görünüyorum?” değil, “ben kendime ne kadar dürüstüm?” sorusunda gizlidir.
Çünkü her “ben” diyerek başlanan cümle, aslında bir savunma, bir örtü, bir maske olabilir.
Ve belki de insanın en hakiki cesareti, maskesiz aynanın karşısına çıkabilmesinde saklıdır.
Aynadaki suret ve gerçek biz kimiz?
Hadi bir cesaretle soralım kendimize ve yüzleşelim tüm benliğimizle, eksikliklerimize ve de yaralarımıza inat.
Nasıl olsa bugün hayattaysak ve yaşamaya devam ediyorsak bu bir tecrübe ve de o yaraya merhem olmak için yeni bir şans; eksik yanları tamamlamak için her doğan yeni gün.
Sanırım asıl mesele bu: Gelişi güzel yaşamlar yerine tuğlaları tam anlamıyla yerli yerine koyarak sadece “ben” duygusu değil de “biz” duygusuna geçerek ve o “ben” duygusundaki davranışların sadece kendimizde yara açmadığını, çevremize de yaralar açtığını görerek ilerlemeli…
Sıfatlar, kimlikler, etiketler…
Belki de en çok bunlarla kendimizi var etmeye çalışıyoruz. Oysa dikkat edin; en çok “ben iyiyim” diyen, çoğu zaman sevgisizliğin ve açlığın tam ortasındadır. En çok “ben dürüstüm” diye ısrar eden, belki de gerçeği en çok örtendir. En çok “ben güzelim” diye öne çıkan, kendi içindeki çirkinlikle en derin savaşı veriyor olabilir.
Sosyolog Erich Fromm: “Modern insan, sahip olduklarını kimliğiyle karıştırır” der. Sahip olduğumuz unvanlar, sıfatlar ve başkalarının gözündeki yansımalar biz sanıyoruz kendimizi. Ama aslında yalnızca vitrinimizi süslüyoruz. Oysa hakikat vitrinlerde değil, aynalarda saklıdır.
Peki, aynaya bakınca ne görüyoruz?
O perdenin arkası ne durumda?
“Ben buyum” demek ne kadar boş ise, “ben yıllardır dik duruşluyum, ben çok tecrübeliyim, ben çok güzelim, ben şöyle iyi bir anne, baba, çocuk, eş, öğretmenim” vs. diye tekrarlamak da o kadar boş.
Çünkü gerçek olan, dilimizden çok suskunluğumuzda gizlidir.
Nietzsche, “En ağır yük, insanın kendi gerçeğidir” der. Belki de bu yüzden yüzleşmekten kaçarız.
Ama şimdi biraz düşünelim:
Güzellik gerçekten onlarca makyajın arkasında mı saklıdır?
Yoksa bir kalbe dokunabilen güzel bir sözde mi?
Belki de bir gülüşte, bir tatlı bakışta, bir selamda, bir yardımlaşmada…
Gerçek güzelin övgüye ihtiyacı yoktur.
Gerçek iyinin alkışa ihtiyacı yoktur.
Gerçek zekânın takdire ihtiyacı yoktur.
Çünkü hakikat kendini anlatmaz, hakikat yaşanır.
Ve asıl soru belki de budur!
İnsanın en büyük cesareti, maskelerle örttüğü vitrinin değil, maskesiz aynanın karşısına çıkabilmesinde saklı değil midir?
Sözcüklerin gölgesindeki güzellikler…
En çok “güzelim” diyen, belki de kendi çirkinliğiyle boğuşur. Hayat, insanın söyledikleriyle sustukları arasındaki uçurumu izlemekle geçiyor.
Sosyolog Erving Goffman, “Herkes hayatta bir sahnede rol yapar” der. Rolümüzün adı farklı olabilir ama maske hep aynı: Kendimizi olduğumuzdan daha parlak göstermek!
Vitrinler ve aynalar…
“Zamanımız, vitrin çağı.”
Sosyal medyada, iş yerinde, sokakta…
Hepimiz bir şekilde kendimizi satıyoruz; başarılarımızı, güzelliğimizi, zekâmızı. Fromm’un dediği gibi, sahip olduklarımızla özdeşleşiyoruz.
Ama asıl mesele şu: Vitrinle oyalanırken aynaya bakmayı unutuyoruz.
“Ben buyum” deme çabası, aslında “ben değilim” korkusunu saklıyor. Çünkü aynadaki suret, sözcüklerden çok daha dürüst.
Nietzsche, “İnsan, kendine katlanamadığı için maskeler icat etti” der. Biz de maskelerle oyalanıyoruz. Peki ya maskeler düşünce?
Maskesiz aynanın karşısında durabilmek…
Günümüz deyimiyle, filtresiz.
Kierkegaard, “İnsanın en büyük trajedisi, kendisiyle yüzleşememesidir” der. Yüzleşmek cesaret ister; çünkü maskeler düşer, roller biter. Ve insan, bütün çıplaklığıyla kendini görür.
Toplum bizden sürekli “iyi görünmemizi” ister: Başarılı, mutlu, güzel ve ahlaklı vs.
Ama tüm bu rollerin ardında sormamız gereken asıl soru şudur bence:
Ben ya da biz kimin için yaşıyoruz?
Kendi hakikatim için mi, yoksa başkalarının gözündeki vitrinin parıltısı için mi?
Belki de insanın en büyük cesareti, maskelerle örttüğü vitrinin değil, maskesiz aynanın karşısına çıkabilmesinde saklıdır…
“Aslında hata yapsak da bizi biz yapan hatalarımızdır.” Çünkü insan, en çok hatalarıyla kabul gördüğü yerde huzur bulur. Gerçek aidiyet, kusursuz yanlarımızda değil, hatalarımızla da var olabildiğimiz çemberlerde saklıdır. Maskelerimizin ardına saklandığımız yerlerde ya da yerde değil! Nietzsche’nin dediği gibi: ‘Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir.’ Hatalar da böyledir; bizi olgunlaştırır, güçlendirir ve en nihayetinde bizi gerçekten sevenlerin yanına, kendimizi ait hissettiğimiz yerlere taşır yeter ki akışa kendimizi yalansız bırakalım.
Sadece bedenlerden ibaret değil güzellikler; yapmış olduğumuz iyiliklerden, varoluşumuzdan, hayatımıza kattıklarımızdan doğar güzellik. Biraz da vitrinin ötesine bakmak gerek, iç güzelliğe…
Başarı sadece bir okul diploması değildir, bir okul notu değildir, bir işte başarılı olmak da değildir. Toplum içerisindeki başarılarımız vardır; aile içinde başarılarımız vardır. Bir insanın anneliğinde, babalığında, dostluğunda, sevgisinde, emeğinde de başarı gizlidir.
Tüm eksiklerimize rağmen yarınlara kendimizi umutla bırakabilmektir.
“Belki de en büyük mesele, vitrinlerle değil; kalplerle, iyiliklerle, sevgilerle var olabilmektir.”
Çünkü gerçek başarı, geride bıraktığımız izlerde saklıdır.
Hatfa sonu keyfiniz bol olsun. Yeniden satırların yarenliğinde görüşmek dileğim ile..