‘Aydınlık’ ve ‘Karanlık’ın Ötesinde.. (Bir filmi izler gibi..)                  

Hakkı Yücel

“ Dur ve bak; bak, ama anla; anla ama kavra;  kavra ama sorgula; sorgula, ama önce kendinden, birey olma konumundan başla...”

J.P.Sartre

Dağın eteğinde denize karşı oturuyorsun; denizin mavisinin bittiği yerde genişleyen ufuk çizgisi güneşin usul usul alçalmaya başladığı henüz aydınlığını yitirmemiş engin gökyüzü ile buluşuyor. Hafiften esen rüzgârın sürüklediği pamuk yığını bulutlar sonsuzluğun dinginliğinde gizli sürekli devinim/hareket ilkesini (“panta rhei: her şey akar/her şey devinir”) hatırlatıyor. Derken iyice alçalan güneş o ufuk çizgisinde adım adım suya gömülüyor ve gömülürken suya gün ışığını da beraberinde götürüyor. Aydınlığın karanlığa, karanlığın aydınlığa karışarak iç içe geçeceği, ancak ne tam biri (aydınlık)ne de tam diğeri (karanlık) olacağı, adını koyacak olursak alacakaranlığa doğru geçişin yaşanacağı, çağrışımı yoğun, doğurgan bir zaman aralığındasın. Günbatımına özgü, hangi tarife koysan sığdırmakta zorlanacağın değişken renklerin gizemli atlasındasın. Şimdi baktığın yerde, denizden ufka ve gökyüzüne doğru yayılmaya yüz tutan bir renk cümbüşü açığa çıkıyor. Denizin mavisi halka halka yayılarak demi giderek artan koyu lâciverte, ufkun sisli solukluğu sarıdan satır satır turuncuya, gökyüzünün sönmeye yüz tutan parlaklığı ve bulutların pamuk beyazı turuncudan ilmik ilmik mora ve ardından çizgi çizgi kızıla doğru dönüşürken, aynı anda çoğalarak genişleyen renk cümbüşü, gözün gördüğü her şeyin üzerine adeta bir tül perde halinde örtünüyor; örtünmekle kalmıyor, var olanı kendinden fazlasına taşıyan duygu ve anlam yükü ağır yeni bir hakikat arayışının yolculuğunu da başlatıyor sanki.

Nasıl mı?

Eskimiş sözcüklerin ördüğü dil

Sende de karşılığı olan (modern) aklın, beylik ‘aydınlık-karanlık’ metaforunda anlam bulan kesinlik ve keskinlik iddiasını; tabiata, hayata, olay ve olgulara oradan bakan ikili düşünme alışkanlığını bilirsin. (Nasıl bilmezsin, sen de o alışkanlığın sahiplerinden birisin.)  İşte şimdi, tabiatın o değişken ve de doğurgan renk cümbüşünü üzerine örtündüğü zaman aralığında, kesinlik ve keskinlikten mustarip (modern) aklın ikili düşünme yetisi, çoklu bir mahiyet kazanmaya başlıyor. Kesinlik ve keskinlik merceğinden görmeye alıştığın her şey, değişkenliği içkin o renk cümbüşünün prizmasında çoğalarak başkalaşıyor.  Şöyle:  Görünen (senin gördüğün, görmeye alıştığın), yani gösterenin ve gösterilenin gösterdiği,  göründüğü kadarıyla sınırlı kalmıyor, o gösterende ve gösterilende içkin görünmeyenlerin de açığa çıktığı, çıkmakla da kalmayıp gözün gördüğüne, aklın algıladığına bir bir daha ekleniyor ve dinamik bir anlam/hissetme serüvenine dönüşüyor.  Artık orada kesinliğin ve keskinliğin taşıyıcısı sözün (dilin) kendisinin ve anlatısının yetersiz kaldığı, renk cümbüşünün çoklu varlığında anlam ve duygu yoğunluğu kazanan, kullanılmış ve de eskimiş sözcüklerin ördüğü dilden ve onun gösterdiğinden öte bir başka dil (sadece sözden ibaret değil renk, imaj, imge, sesin/sessizliğin müziğinin de dâhil olduğu çağrışımı yoğun doğurgan bir dil) hayat buluyor ve o dilin imkân ve ihtimaller çokluğuyla mücehhez yapısında, yeni keşif yolculuklarının/hakikat arayışının başladığı dinamik bir süreç açığa çıkıyor. Yoksa fazla zorlama, bir ‘aşırı yorum’ mudur bu? Abartıdan ve aşırı yorumdan azade keşif yolculuğu -hakikat yolculuğu- var mı ki?

Öyle ya, gündelik hayatın koşuşturmacaları/hayhuyları arasında çoğunlukla fark bile edemediğimiz ya da çok sıradan saydığımız için önemsemediğimiz veya bir an için bir haz nesnesi olarak algıladığımız ve hemencecik tükettiğimiz o çok doğal değişim-dönüşüm hallerinin illa ki kendinden fazla bir anlamı olmak mı gerekiyor? Hem (modern) aklımızın, tutkuyla bağlı olduğumuz, düşünce sistematiğimizi oluşturan ideolojilerimizin ‘aydınlık-karanlık’ kesinliğinde ve keskinliğinde karşılık bulan çözümlemelerine duyduğumuz güven, çıkarımları  sayesinde elde ettiğimiz huzur (zihinsel konformizm) neyimize yetmiyor ki? Tamam da, ancak şu da yok mu: Eğer şimdiye kadar gerek doğruyu/gerçekliği bilmek, gerekse huzur ve güven temin etmek açısından işlevsel olan ikili düşünme temelli (modern) aklımız ve aynı minvalde çalışan yanılmaz dayanağımız olan ideolojilerimiz, bugünün kaotik dünyasını açıklamakta ve anlamlandırmakta artık yetersiz kalıyorlarsa -aksini söylemek ne kadar mümkün-bu durum görmezden gelinebilir mi? Ya da, bize yanılabileceğimizi de hatırlatan tahammülü zor (öyle ya doğrularımızdan çok emindik) bu ağır tablo karşısında, sırf geçmişe yolculuktan ibaret ‘asr-ı saadet’ güzellemeleri yapmak (nostalji) veya salt eksiksiz aksaksız mükemmellik tarifi olarak gelecek tahayyülüyle yetinmek (ütopya), ruhu kurtarmaktan öte, şu anda yaşanmakta olan kördüğümü çözebilmek için yeter olabilir mi?

“Dur ve kendine bir bak”

Bu ve benzeri soruları soruyor ve yanıtlarını arıyorsan, kendi dışında sebepler aramadan önce, dur ve kendine bir bak; şu an, bulunduğun yerden mesafe alarak izlediğin, birbiri içine giren renklerden oluşan çok yüzeyli aynada başkalaşan -şimdiye kadar birine ya da diğerine yaslanarak oradan hareketle bir çırpıda her şeye çözüm bulduğun zihinsel serüvenini simgeleyen o güçlü metafor- ‘aydınlık-karanlık’ buluşmasına, aynı mantık doğrultusunda anlam kazanan benzer örnekleri de çoğaltarak (‘ileri-geri’, ‘iyi-kötü’, ‘güzel-çirkin’, ‘ben-öteki’, ‘biz-onlar’ vb.) ve de ideolojik patentli ‘ikili düşünme’ alışkanlıklarının oluşturduğu o mutlak düşünce ve siyaset kalıplarını (ne kadar kolay, ne kadar kesin ve ne kadar kendilerinden eminler), bunlara bağlı önyargıları ve insaf tanımaz hükümleri de ekleyerek geçirdiğin ömrünü yeniden hatırla. Eksik kalmasın yanına, küresel ölçekte bir kaos olarak açığa çıkan bugünün dünyasına ait ucundan kan damlayan resmi de koy. Ve sonra da birazdan yavaş yavaş sönmeye yüz tutarak giderek koyulaşacak bir karanlığa dönüşecek renk cümbüşünün ördüğü, potansiyel olarak yeni bir dilin anlam ve duygu yoğunluğunu içkin alacakaranlığa, bir filmi izler gibi bak. (Bir metni okur gibi de olabilir kuşkusuz) . Zihninde, varolanla var olması muhtemel -ve hatta varolması arzulan- olan arasındaki boşluğu dolduracak, yeni bir dünyayı ve hayatı işaret eden yaşamsal dürtüye ait karıncalanmayı hissedebiliyor musun?  

“Sınırsız hayal gücü ve özgür yaratıcılık”

Sadede gelelim. Sana ‘aydınlık’ ve ‘karanlık’ın ötesinde yer alan o alacakaranlığa ‘bir filmi izler gibi bak’ denmesindeki sebep, bir sanat olarak sinemanın -tıpkı diğer sanat dalları gibi- doğrusunu mutlaklaştırarak sahiplenme, yargılama ve hüküm verme kolaycılığından mustarip (modern) zihninin/bilincinin göremediği birçok şeyi görebilmene, hissedemediğin birçok duyguyu hissedebilmene imkân sağlaması; anlayamadığın birçok şeyi anlamana katkıda bulunması, düşünemediğin birçok şeyi düşene bilmene kapı aralıyor olmasından kaynaklanıyor. Üstelik yazılı olandan çok görsel olana eğilimin arttığı bugünün dünyasında, sinema bunu aynı zamanda ‘görsel bir sanat’ olmanın avantajı ve ayrıcalığıyla yapıyor. Nasıl mı? Aslında tüm sanat alanları için geçerli olan, sınırsız hayal gücü ve özgür yaratıcılığın bir aradalığı;  buna zemin teşkil eden bilinç yoğunluğu ve sınırları aşabilme cesareti ve nihayet kendini çok farklı biçimlerde ifade eden, geniş kapsamlı (kavrama ilave imaj, imge, renk, ses, müzik) doğurgan bir dille. Sinemayı felsefi bir alan, bir düşünme biçimi/çabası olarak gören, filmi bir tür düşünme olarak ele alan, bir film zihninin mevcudiyetinden söz eden ve bütün bu kapsamlı müktesebatı ‘filmozofi’ olarak tanımlayan Daniel Frampton, bu tür sinemanın (sinemanın salt bu türden ibaret olmadığını da hatırlayarak) olaylara ve olgulara dair yeni görme ve düşünme biçimleri geliştirdiğini, izleyicisinin bu sürece etkin olarak -o kadar ki filmi adeta yeniden çekecek, ya da boşlukları kendince dolduracak kertede- katılmasını teşvik ettiğini ısrarla vurgular.   

Şimdi sen durduğun yerden bir filmi izler gibi, yeni görme ve düşünme biçimlerini içkin ‘aydınlık’ ve ‘karanlık’ın ötesindeki alacakaranlığa bakıp da, bir bakıma kendini yeniden yaratırken; aynı anda, koyu karanlığın ne kadar körse, keskin parlak ışığın da o kadar kör olduğunun ayırdına varıyorsun.

Ve bir kez daha bilginin taşıyıcısı Minerva’nın Baykuşu’nun sadece alacakaranlıkta uçtuğunu (Hegel öyle söylüyordu) hatırlıyorsun.