Avrupa Parlamentosu, Kıbrıslıtürk kayıpları “unuttu”!...

Sevgül Uludağ

Avrupa Parlamentosu’nun DİSİ’li bir Kıbrıslırum AP Milletvekili’nin önerisi üzerine yalnızca 1974 anısına “anıt yaptırma” kararı üzüntü yarattı. Geçtiğimiz Çarşamba gecesi duyurulan bu kararın, 1963-74 yılları arasında “kayıp” edilen Kıbrıslıtürkler’i görmezden gelerek “kayıplar” konusu sanki 1974’te “başlamış” gibi konuyu ele alması ve Kıbrıslıtürk kayıpları “unutması” tam bir skandal niteliğinde. Avrupa Parlamentosu’nda 2026 bütçesi görüşülürken DİSİ’li AP Milletvekili Mihalis Hacıpandela’nın önerisi üzerine “1974’te Türk işgalinin kurbanları ve kayıplar için Avrupa Parlamentosu’nda bir anıt yaptırılması” karar önerisinin, milletvekillerinin çoğunluk oylarıyla geçtiğimiz Çarşamba akşamı kabul edildiği duyuruldu.

KIZILYÜREK’İN YOKLUĞU BU KARARLA HİSSEDİLDİ…   

Bu konuda Avrupa Parlamentosu’nda geçen dönem AKEL’den Avrupa Parlamentosu Milletvekilliği yapmış olan Niyazi Kızılyürek’in yokluğu, bu kararın kabul ediliş tarzıyla daha da belirginleşti. Eğer Niyazi Kızılyürek hala AP Milletvekili olmuş olsaydı, Avrupa Parlamentosu’nda böylesi bir karar alınırken, Kıbrıslıtürk kayıpların varlığı da vurgulanmış olacak ve böylesi dar bir bakış açısıyla kaleme alınmış bir kararın çıkmaması için Kızılyürek elinden geleni yapacaktı… Ancak bu konuda herhangi etkili bir girişim yapılmadığı ya da yapılamadığı sanılıyor.

KAYIPLAR KOMİTESİ’NİN BÜTÇESİNİ KARŞILIYOR…

Avrupa Parlamentosu, gerek 1963-64, gerek 1974 ve gerekse 1963-1974 yılları arasında “kayıp” edilmiş olan Kıbrıslıtürkler’in ve Kıbrıslırumlar’ın gömü yerlerinin aranıp bulunması, kazılar yapılması, bulunan insan kalıntılarının DNA testleriyle kimliklendirilerek kayıp yakınlarına defnedilmek üzere iade edilmesini içeren Kıbrıs Kayıp Şahıslar Komitesi çalışmalarının ana finansörü olduğu halde, özellikle 1963-64 ve sonrasında “kayıp” edilmiş olan Kıbrıslıtürk kayıpları tümüyle görmezden gelmesinin gerekçesi anlaşılamadı. Kayıplar Komitesi’nin bütçesinin esas bölümünü 2006’dan bu yana karşılamakta olan Avrupa Parlamentosu’nun, böylesi bir kararla konuyu insani boyutundan koparıp politize edilmesine razı olması ve bu konuda kararı değiştirecek yeterli girişimlerin yapılmamış ya da yapılamamış olması, Kıbrıs’ta “kayıplar”ın acılarının ortak olduğuna inanan barışseverler ve kayıp yakınları arasında üzüntü yarattı. Avrupa Parlamentosu’nda anıtın yapımı aşamasında bu konuda yapılabilecek öneriler çerçevesinde içeriğinde değişiklik olup olmayacağı anlaşılacak. Kayıp Şahıslar Komitesi’nin de konunun bu şekilde politize edilerek insani boyutundan koparılması ve Kıbrıslıtürk kayıpların tümüyle görmezden gelinmesi konusunda ne tür bir girişim üstleneceği merak ediliyor.

“ZAFER” OLARAK TAKDİM ETTİ…

DİSİ’den Avrupa Parlamentosu Milletvekili seçilmiş olan Mihalis Hacıpandela, AB’nin 2026 bütçesi geçirilirken, yaptığı değişiklik önerisiyle sözkonusu anıt projesinin kabul edildiğine işaret ederek sosyal medya sayfasında bunu bir “zafer” olarak takdim etti. Hacıpandela, “Avrupa, Türk işgalinin kurbanlarını hatırlayıp onların yanında olmalıdır. Avrupa Parlamentosu’nda yapılacak olan anıt, tüm Avrupalılar için hatırlama, bilinçlenme ve tarihsel gerçeğin sembolü olacaktır. Avrupa Parlamentosu’ndaki meslektaşlarımızın geniş desteğini alan bu karar, Kıbrıs sorununda güçlü bir siyasi mesaj vererek, aynı zamanda üye devletler arasındaki dayanışmanın altını çizmiştir” diye açıklamalarda bulundu.


***  GİDENLERİN ARDINDAN…

“Keti Kliridis, ‘Kıbrıs’ta dürüst olmak, alay konusu olmak demektir’ demişti…”

Marinos Nomikos/To Thema Online

(To Thema Online’da Keti Kliridis’in vefatı ardından kaleme aldığı yazıda Marinos Nomikos, ‘Keti, sözünü sakınmıyor, gördüklerini olduğu gibi söylüyor’ diyor… PENNA’nın Türkçeleştirdiği yazısını paylaşıyoruz… S.U.)

Keti Kliridis’in anısını gerçekten onurlandırmak ve Glafkos’un tek kızının gerçekte kim olduğunu anlamak istiyorsanız, (çoğunlukla) DİSİ üyelerinin gün boyu paylaştığı ve söylediği, birbirinin kopyası olan, yapmacık, yapay zeka tarafından üretilmiş saçmalıkları görmezden gelin, ve Hristoforos Hristofi’nin Hukuksal Meseleler (Legal Matters) podcast’indeki konuşmasını tekrar dinleyin. Çünkü son yıllarda Keti Kliridis, Anastasiadis hükümetinin yolsuzluk bataklığına sürüklenişini ve DİSİ’nin aşırı sağa kayışını izlerken sadece konuşmakla kalmadı. Onları yerden yere vurdu.

“KETİ’Yİ DİNLEYEN YOKTU…”

Ama onu gerçekten dinleyen var mıydı? Kimse yoktu. Hayatının son yıllarında Keti, babasının kurduğu ve onu doğurup büyüten parti tarafından itibarsızlaştırılmış, siyasi olarak izole edilmişti—çünkü sözünü sakınmıyor, gördüklerini olduğu gibi söylüyor ve bunu acımasız bir güçle yapıyordu. Anastasiadis hükümeti, yolsuzluk, zenginleşme, DİSİ’nin tüm bunlara tolerans göstermesi, partinin babasının temel ilke ve değerlerini terk etmesi gördüklerinden bazılarıydı—ki hala bunları şeker gibi emiyorlar.

“Babam bugün hayatta olsaydı, benden daha hoşgörülü olurdu. Anastasiadis’e şiddetle karşıyım çünkü onun Kliridis’in çizdiği yolu devam ettirmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yolda ilerlediğini gösteren her türlü işareti verdi fakat Klirides ilkelerinin her birine ihanet etti. Bu, hem Kıbrıs meselesi hem de Kliridis’in felsefesi için geçerli” dedi. Hristoforos’a “Siyasete zengin olmak için değil, hizmet etmek için girilir” dedi ve Glafkos Kliridis’in ilke ve değerlerine başvuranlar hakkında yorum yaparken, “bu terim kötüye kullanılıyor” diye ekledi.

“AŞIRI SAĞ KANADA HİÇ ZAMAN VAKFETMEDİ…”

Keti, DİSİ’nin aşırı sağ kanadına hiç zaman vakfetmedi ve bunu da hiç saklamadı. “Bu ikilik DİSİ’de başından beri var—bu, DİSİ’nin sorunu çünkü bugün Kliridis’in siyasi çizgisini, partiyi babamın götürdüğü yere geri götürebilecek mirasçıları var mı bilemiyorum” dedi. 2023 seçimleri sırasında, hem Facebook’ta yaptığı bir paylaşımda, hem de Averof Neofitu’ya oy kullanırken eşlik ederken yaptığı açıklamalarda Nikos Anastasiadis’i acımasızca eleştirdi. “Bence Anastasiadis’in itibarı uzun zaman önce zedelendi. Bizimki küçük bir ülke, hepimiz olaylar ve durumlardan haberdarız—bazen işimize geldiğinde bunları saklıyoruz ama bence Kıbrıs’ta herkesin hayatı ve davranışları açık birer kitap gibidir. Belki de bu adamla nasıl başa çıkılacağı konusunda daha önceden bazı düşüncelerimiz olabilmeliydi.” Sözleri Nikaros’un öfkesini kışkırttı; “Kabalıktan” dem vurdu, kendini Glafkos Kliridis, Keti’yi ise iftiracılarla özdeşleştirdi ve sonunda Venizelos’a atıfta bulunarak onu babasının adı içi bir “yük” olarak nitelendirdi.

“HİÇBİR DİSİ ÜYESİ KETİ’Yİ SAVUNMADI…”

Hiçbir DİSİ üyesi Keti’yi savunmak veya sadece Keti’ye değil, ailesinin adına da hakaret eden bu sözler için tüm gücü elinde bulunduran Cumhurbaşkanı’nı uyarmak üzere ortaya çıkmadı. Hristofi’ye kendisinin de açıkladığı üzere, Hristodulidis’i desteklediğinden Anastasiadis’i kamuoyunda eleştirmesi için Keti’yi sessizce teşvik eden Averof bile, iki seçim pazarının arasında tam bir U dönüşü yaptı, Keti’yi yüzüstü bıraktı ve açıklamasına katılmadığını ifade etti. Keti ikinci turda Mavroyiannis’i destekledi, ve Hristodulidis kampını, gelenekçi DİSİ grubunu ve aşırı sağcıları daha da öfkelendirdi.

“GERÇEK ANLAMDA BİR LİBERALDİ…”

Keti böyleydi. Görüşlerinde, ve demokrasi, eşitlik, adalet ve gerçek anlamda liberal, modern, açık ve hoşgörülü bir DİSİ için verdiği mücadelede her zaman tutarlıydı; babasının temel değerlerine ve ideallerine sadıktı. Ve bunun bedelini ödedi; özellikle de sonlara doğru, babası formel konuşmalar, yıldönümleri ve anma törenlerinde neredeyse takıntılı bir referans noktası haline geldiğinde ve kendisi de siyasi bir paryaya dönüştüğünde — bugün ağlayan ve sızlayanların çoğu, o zamanlar onun “bunaklaştığını”, “aklını kaçırdığını”, “alay konusu olduğunu” vb. söylüyordu.

“KIBRIS’TA DÜRÜST OLMAK, ALAY KONUSU OLMAK DEMEKTİR…”

Son nokta konusunda tamamen haksız sayılmazlar. Sonuçta, kendisi de şöyle demişti: “Bugün Kıbrıs’ta dürüst olmak, alay konusu olmak demektir.” Glafkos, her nerede izliyor olursa olsun, kurduğu partiden hala gurur duyuyor mu bilmiyorum (buna oldukça şüpheliyim) ama bugün yeniden kavuştuğu kızından şüphesiz gurur duyuyordur. Sonuna kadar ona ve siyasi mirasına sadık kaldı.

“SONSUZA DEK ATEŞLERDE YANSIN…”

Not: Keti’nin yanı sıra bugün, “Küçük Top Mermisi” olarak bilinen eski Kition Piskoposu Hrisostomos’u da “kaybettik”. Hrisostomos, tecavüz ve cinsel istismar suçlamasıyla yargılanmış ve 1981’de 16 yaşındaki bir kız öğrenciye cinsel tacizde bulunduğu için 12 ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Kız, babasını yeni kaybetmiş ve yoksul bir aileden geldiği için yardım istemek üzere piskoposun ofisine gitmişti, ancak o zamanlar tüm gücü elinde bulunduran piskopos onu kanepeye itip tecavüz etmeye çalışmıştı. Ateist olmama rağmen, Hıristiyanların haklı olduğunu ve cehennemin var olduğunu umduğum nadir durumlardan biri bu. Böylelikle bu zat sonsuza dek ateşlerde yanabilir. Belki de bu şekilde, dünyada adaletin elinden kaçabilmiş bu kişi nihayet payına düşeni alabilir.

(TO THEMA ONLINE’da 6.10.2025’te yayımlanan Marinos Nomikos’un yazısı PENNA tarafından Türkçeleştirildi…)


***  BASINDAN GÜNCEL…

“Okumak iptiladır, müptelalara selâm…”

Levon Bağış/AGOS

İletişim Yayınları’nın çok sevdiğim sloganıdır, ‘Okumak iptiladır, müptelâlara selam’…

Kitaplarla ilişkim giderek daha tuhaf, hatta biraz marazi bir hâl alıyor. Müptelâ sözünü üzerime alınıyorum artık. İki sene evvel yeni eve neredeyse yüz koli kitapla taşındığımı hatırlıyorum. O zaman “Bir kısmını ayırayım” demiştim ama meğer ayırmak değil, çoğaltmakmış yaptığım. Zaman içinde o kitapların üstüne daha nicelerini eklemişim.

“BANA BU İPTİLAYI BULAŞTIRAN BABAMDI…”

Bana bu iptilayı bulaştıran babamdı. Bana asla kitap okuma baskısı yapmazdı. Bütün arkadaşlarım evlerinden gizli gizli çizgi roman okurken babam Milliyet gazetesinin pazar günleri verdiği ‘Tenten’leri benimle beraber okurdu. Evde onu en huzurlu gördüğüm anlar, elinde bir kitapla sessizce okuduğu zamanlardı. Güzel bir kütüphanesi vardı; çoğu yaşımı çok aşan kitaplardı ama merakla okurdum hepsini. Bazen kötü etkilendiğim de olmuyor değildi. Yaşar Kemal’in ‘Kimsecik’ romanını alıp okumaya başladığımda daha ilk sayfalarda şok geçirdiğimi hatırlıyorum meselâ.

Şimdi düşünüyorum da, galiba bibliofilden bibliomaniye doğru yol alıyorum.

“EN BÜYÜK GURUR KAYNAĞIM KÜTÜPHANEM…”

Çıkan her iyi kitaba sahip olmak istiyorum.

Nadin, bu bağı biraz hafifletir diye bana bir e-kitap okuyucu almıştı doğum günümde. Fakat sonuç pek değişmedi: Beğendiğim e-kitapların basılı versiyonlarını da gidip aldım. Kütüphanem, hayatımdaki en büyük gurur kaynaklarımdan biri oldu. Benim gibi belirli bir konuda merakınız varsa, o merakı tatmin etmenin en güzel yolu kitaplar. Bazen okumak için değil, sadece sahip olmak için bile aldığım kitaplarım oluyor.

“BİR KİTABA BAKMAK YETİYOR…”

Evime gelenlerin ilk sorusu genellikle “Bu kitapların hepsini okudun mu?” oluyor. Tabii ki hayır. Ama bazen bir kitabı okumaktan çok, ona bakmak, varlığını hissetmek yetiyor. Uzun zaman boyunca her hafta yazı yazdım, eğitimler hazırladım ve şimdi bir kitap yazmaya çalışıyorum o yüzden o kütüphane, aslında bu işlerin gizli kahramanı.

Bu hafta, benim gibi yeme içme meraklısı olanlar için küçük bir gastronomi kitaplığı listesi yapmak istedim. Türkiye’de bir gastronomi kütüphanesi kurmak isteyenlerin elinin altında mutlaka olması gereken birkaç kitabı paylaşayım dedim.

“SOFRANIZ ŞEN OLSUN…”

İlk kitap, Takuhi Tovmasyan’ın “Sofranız Şen Olsun”u. Kütüphanemin en kıymetlilerinden. Tovmasyan bu kitapla aslında yeni bir tür yaratıyor: Tarif kitabı değil, bir hayat kitabı. Mütevazı bir İstanbullu Ermeni ailesinin mutfağını, malzemelerini, sesini, kokusunu anlatıyor. Bugün Foxy’de yaptığımız topiğin ilham kaynağı da bu kitap. Hatta Takuhi Hanım bir gün mutfağımıza girip tarifi kendi elleriyle anlatmıştı. Bu kitabı defalarca aldım, okudum, en çok da hediye etti.

“MUTFAK ZEVKİ’NİN SON GÜNLERİ…”

İkinci sırada, Refik Halit Karay’ın “Mutfak Zevki’nin Son Günleri” var. Aslında yazarın böyle bir kitabı yok; bu metinler Tuncay Birkan tarafından titizlikle derlenmiş yazılar. 1930-1965 yılları arasında kaleme aldığı yazılar, İstanbul’un yemek zevkinin en incelikli dönemine ayna tutuyor. Çirozun neden pahalandığından meyhane vitrininde mezelerin birbirine laf atmasına kadar her satırı hem mizah hem tarih kokuyor. Tereyağının yerine margarinin soframıza girdiği döneme tanıklık etmek bile yeter. Üstelik Refik Halid’in bu konuya dahli de var. Refik Halit’in o yıllarda bile adaların kalabalığından şikâyet etmesi, o zamanların mutfağını bile beğenmemesi ise değişmeyen İstanbul’u hatırlatıyor.

“TÜRKİYE’DE BALIK VE BALIKÇILIK…”

Üçüncü kitap, Karekin Deveciyan’ın “Türkiye’de Balık ve Balıkçılık”ı. Aras Yayıncılık’tan 2006’da çıktı ama aslında 1915 tarihli bir metin. Kumkapı Balık Hali’nin müdürüyken yazmış Deveciyan bu eseri. Türkiye’nin av alanlarını, akıntılarını, balık türlerini, dalyanların yerini, hatta kimi zaman tariflerini anlatıyor. Erol Üyepazarcı’nın titiz çevirisiyle yeniden hayat bulan bu kitap, balıkçılık meraklıları için gerçek bir hazine.

“NE AĞ, NE OLTA, BALIK RAKIYLA YAKALANIR…”

Bu haftanın son kitabı ise Tan Morgül’ün 2014 Gourmand ödüllü “Rakı and Fish: A Mediterranean Seafood Odyssey” çalışması. 2014 senesinde yayınlandığında alkollü içkilerle alakalı yasa yeni değişmişti. O zamanlar yasal mevzuatın belirsizliği nedeniyle Türkçesi çıkamamıştı. Akdeniz coğrafyasındaki balık kültürünü ve o kültürün rakıyla hem hal oluşunu anlatıyor. Tunus’tan Barcelona’ya bu coğrafyadan müthiş fotoğraflar ve çizimlerle dolu kitap şöyle başlıyor: ‘Ne ağ ne olta, balık rakıyla yakalanır, Ara Güler.’ Bu yazıyı kaleme alırken tekrar karıştırdım da hala güncelliğini koruyor, acaba Türkçe baskısı gelir mi diye umutlandım.

Belki de tüm bu kitaplar, benim gibi yemekle hayatı, sofrayla zamanı, balıkla hafızayı birbirine karıştıran insanlar için birer pusula. Haftaya başka kitaplarla devam…

 

(AGOS – Levon BAĞIŞ – 19.10.2025)